İnsan, koşullarına göre,
doğa karşısında daha güçlü olabilmek ve çoğulculuğu bir avantaj olarak
kullanmak için bir arada olmayı tercih etmiştir. Bazen birinin kara kaşının,
kara gözünün peşine takılmış, bazen de eksikliğini diğer insanların güçlü
yönleriyle kapatmak için uğraşmıştır. İnsan, yaşamı, bir tiyatro sahnesine
benzeterek hayatı boyunca rol yapmış, farklı kişiliklere bürünerek de maskelere
olan düşkünlüğünü de her fırsatta göstermiştir.
Maskeler, ait oldukları
kültürlere göre biçimsel değişiklik gösterse de, farklı ritüeller için
kullanılsalar da, aynı zamanda samimi bir kabulün aracıdırlar belki de.
Afrika’nın vahşi doğasından ince Japon kültürüne veya Avrupa’nın cazibeli
burjuva hanımlarının abartılı süslülerine kadar tüm maskeler, insanların değişken
yüzlerinin de bir sembolü olmuştur. Sahip oldukları ile göstermeye çalıştıkları
yüzleri arasında gidip gelen insanın kendi içindeki kişilik farklılıkları belki
de insanın en büyük zayıflığıdır. Her ne kadar birçok felsefeci, düşünür,
hidayet sahibi veya Nirvana’ya erişmiş insan konuyla ilgili yol gösterse de bu
yol maalesef görünmek istenmemiştir.
Dünyanın farklı
coğrafyalarında kendilerine ait bir dil ve kültür yaratarak yaşayan tüm
toplumların aynı zafiyetleri göstermesi de ilginçtir. Bu sosyolojik olgunun psikolojik
açıdan da ele alınmasında yarar vardır. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar
ve her ne kadar nüanslarla birbirinden farklılık gösterseler de, insanların
davranışları, duyguları ve refleksleri ciddi anlamda örtüşmektedir. Ne kadar
farklı görünürse görünsünler insanlar aynıdır. MÖ 2000 yılında yapılmış
hatalarla milatta ve sonrasında giderek artan hatalar silsilesine bakıldığında
özdeki benzerlikleri görürsünüz.
Kendi türünden binlerce
insanı yok ederek kurulmuş krallıkların ve imparatorlukların aynı sonları yaşamış
olması ve yaşamaya devam etmesinin anlamı nedir?
Toplumların sonları aynıysa,
insanın sahip olduğu düşünme yeteneğini ve aklını yeterince kullandığı
söylenebilir mi?
Evet, aklını kullandığı
ortadadır ancak taktığı maskeye göre değişen bir duygu yapısı ve kişiliğe göre
kullanılan bir akıldır bu. Üstelik çoğunlukla da kendi çıkarları doğrultusunda
ve bencilce kullanılan bir akıl!
İşte bu vurdumduymaz tavrı
ile deneyimlerini işine geldiği şekilde yorumlaması ve kullanması nedeniyle
kişiler değişse de sonuçlar hep aynı
olur.
Başarısızlık, acı ve travma…
Yaşananlar sonrasında ise
birilerinin çıkıp, bilgece bir tavırla “tarihin tekerrür ettiğini” söylemesine
ne demeli peki? Bu aslında sessiz sedasız bir kabullenme çağrısıdır. Yani “Olur böyle şeyler, dert etme.”, Hem bak, tarih
boyunca da olagelmiş zaten.” Değil mi?
Aslına bakacak olursanız binlerce
yıldan beri süre gelen bu durumu kimsenin değiştiremediğini kendimiz de tarihin
tekerrürlerinden görebiliriz. Görürüz de, yahu şunu bir de ben tekerrür
ettirmeyeyim demeyiz!
Usta bir sanatçı olan insanın
tüm başarısızlıklarını, ihanetlerini ve acizliğini biraz olsun kabullenir
kılmak için tarihe biçtiği role “tekerrür/tekrar etmek” denir.
Tarih biz istemediğimiz veya
izin vermediğimiz sürece tekrar eder mi?
Belki mutlaka eder ancak bilimsel
düşünce yapısına dikkat ederek sistemler kurulur, duygusal yaklaşımlardan uzak
durulursa, kişi odaklı değil, deneyim, süreç ve daha kurumsal yaklaşımlar
hayata geçirilirse, olumsuz anlamda tarihin tekrar etmesinin de önüne
geçilecektir.
Tarihin tekerrür etmesi ile
ilgili söylem, bir anlamda kendisi ile barışamamış insanoğlunun kaçış
noktalarından biridir.
15 Temmuz 2014 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder