29 Haziran 2015 Pazartesi

Biri kültür mü dedi?


Birçok etnik kökenden insanın emeği ile şekillendirilen ve nesillere miras bırakılan kültürel zenginlikler, içerisinde, zanaatı, sanatı, paylaşımı, duyguları ve değerleri barındırır. Bunlar yüzlerce yılda, emekle, sevgiyle ve saygıyla oluşur. Zorla, zorbalıkla ve dayatmayla oluşturulan/oluşturulmaya çalışılan kültürler ise duygusuz, estetikten uzak, sığ ve tatsızdır. 

Bu durum sadece fidan dikerek bir orman yaratılacağı yanılgısı gibidir. Ağaçlarla kaplı bir alan, içerisindeki canlılarla birlikte tümüyle var olduğunda orman oluşur. Eğer içerisinde doğal yaşamı meydana getiren canlılar yoksa ve bir ekosistem oluşmamışsa buna orman denmez. Bu benzetmeden yola çıkarsak, bir şehir kültürü de içindeki bütün değerleri var olduğunda zengin bir kültür olur. Birini ya da birkaçını kopartıp attığınızda geriye kalan sadece bir insan kalabalığıdır.

Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Bu bütünün içerisinde, toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü yer alır.

Bu tanıma göre tüm insanlar kültürlüdür! Ancak hangi kültür? Ne kültürü? Bu durumda görece olan kültür için toplumsal olarak ortak bir nokta yakalanmalı ya da olabiliyorsa yaratılmalıdır. Böylece belki de birçok farklı kültürden ortak bir kültür ortaya çıkartılmış olur.
Günlük dilde “kültürlü olmak” bilgili, görgülü, incelikli olmak anlamına gelir. Kültürlü kişi uygarlığın nimetlerinden bilinçli olarak yararlanan, eğitimli kişidir.

Dışarıdan bakıldığında anlamlı bir tanımlama daha ancak bu şekilde yaşamayan insanlar için kültürsüz diyebilir miyiz? Diğer taraftan bakıldığında da yukarıda tanımlanan kültürlü kişi ne biliyor? Hangi görgüye sahip, kimin görgüsü bu? Bu düşünceyi iki farklı kutup olarak düşünürsek her zaman bir taraf diğeri için kültürsüz olur. Buradan yola çıkacak olursak belki de kültürsüz demek yerine farklı kültürlerin varlığını öncelikle kabul etmek sonrasında da buna saygı duymak doğrusu olacaktır. Elbette bu zor bir kabul olabilir. İnsan, bunu kabul etmek istemeyebilir ama biraz empatik yaklaşımla üstesinden gelecektir.

* Kültür kavramı antropologlar tarafından ilk defa, 19. yüzyılın sonlarında geliştirildi. İlk açık ve kapsamlı tanımlama İngiliz antropolog Sir Edward Burnett Tylor’a aittir. Tylor, 1871’deki yazılarında kültürü, “kişinin, toplumun bir üyesi olarak kazandığı bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, adet, gelenek, alışkanlık ve yeteneklerin karmaşık bütünü” olarak tanımlar. Tylor’ın döneminden beri kültür tanımları hızla çoğalmış ve çeşitlenmiştir. 1950’lerde Kuzey Amerikalı antropologlar A.L. Kroeber ve Clyde Kluckhohn birlikte bir akademik alanyazın taraması yaptılar ve yüze yakın kültür tanımına ulaştılar. Yakın dönemde yapılan tanımlar, gerçek davranışla bu davranışın ardında yatan soyut değerler, inançlar ve algılar dünyasını birbirinden ayırma eğilimindedir. Başka bir şekilde, kültür gözlenebilir bir davranıştan çok daha derinlerdedir. Kültür, bir toplumun ortaklaşa sahip olduğu ve üyelerine yaydığı, davranışa yansıyan, o davranışı yaratan ve yorumlamada kullanılan görüşler, değerler ve algılardır.

Sözcük olarak kültür, Latince Cultura’dan gelmektedir. Cultura ise inşa etmek, işlemek, süslemek, bakmak anlamlarına gelen Colere’den türetilmiştir. Felsefi olarak kültür, insanlık tarihi boyunca farklı şekillerde değerlendirilmiş ve tanımlanmıştır. Elbette bunda, gelişen ve değişen sosyal yaşam etkili olmuş, medeniyet görece olarak kültürlere şekil vermiştir.

Kültür çeşitlendirildiğinde, maddi ve manevi kültür, alt kültür, postfigüratif  kültür ve prefigurative kültür olarak birkaç başlık altında toplanmaktadır.

**Basit olarak açıkladığımızda; maddi kültür, bir kültürün üyelerinin yarattığı, ürettiği, kullandığı ve paylaştığı her türlü maddi şey diyebiliriz.

Manevi kültürü ise toplumların örf, adet, gelenek, görenek, ahlâk kuralları, inanç ve ideolojileri oluşturur.

Toplumda ana kültürün bir parçası olmasına rağmen ana kültürden farklı, kendine özgü değer yargıları, gelenekleri, normları, hedefleri, yaşam biçimleri bulunan kültür öbeklerine alt kültür denmektedir.

Postfigüratif kültür, M. Mead’ın, çocukların ağırlıklı olarak ebeveynlerinden, büyük anne ve babalarından ve diğer erişkinlerden öğrendiği bir toplum veya kültür için kullandığı terimdir.
Prefigüratif kültür, M.Mead’a göre, erişkinlerin çocuklardan öğrendiği bir toplum veya kültürdür.

Kültür bir renktir. Yüreği kocaman insanların görebileceği bir renk! Farklılıklara saygı gösterildiğinde ve kimsenin ötekileştirilmeden olduğu gibi kabul edildiğinde görülebilecek inanılmaz bir renk! Renk ise ışıktır. Işık da yaşamı aydınlatır. Aydınlık ise karanlığın korkulu rüyası ve yol göstericidir.

Binlerce yıllık bir tarihe sahne olmuş Anadolu topraklarındaki kültürel zenginlikleri koruyan ve yaşatan insanlardan,  çok şey öğrenilmiştir. Farklı kültürden insanların, birbirlerine karşılıksız açtıkları evlerinde kendi kültürlerine ait yemeklerini sunmuş, düğünlerine davet ederek kendi müziklerinde danslar etmiş ve kötü günlerinde de yine yan yana durarak kendi inançları doğrultusunda dua etmişlerdir. Binlerce yıl boyunca hoşgörünün egemen olduğu topraklarımızda her türlü kültürel zenginlik büyük mozaik panonun bir parçası olarak düşünülmüş ve yıllarca korunarak, muhteşem Anadolu Kültürü günümüze taşınmıştır. Bunun temelinde ise saygı vardır. 

Ülkemiz, coğrafi konumu ve bugüne kadar yaşattığı değerlerinden oluşan kültürü ile dünya için gerçek bir mirastır. Bu mirası yaşatarak, bu zenginliğe sahip çıkmak da ayrı bir kültür sorunudur. Eğitimciler ve tüm aydınlar başta olmak üzere bu herkes için bir görev ve sorumluluktur.

 “Okyanus ne kadar büyük olursa olsun, insan yalnızca kabı kadar su alabilir.” Demiş Mevlana. Herkesi kucaklayacak, kabul edecek, saygı duyacak kocaman yürekli insanlara olan ihtiyacımız, dün olduğundan fazladır.



12 Ekim 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer Orhan

28 Haziran 2015 Pazar

Geldim, gördüm, yendim! Bakış açısı…


Günlük yaşamda olup bitenlerle ilgili her insanın görüşü, düşüncesi, algısı ve bakış açısı farklıdır. Farklıdır çünkü hepsinin yaşam deneyimleri de aynı değildir.

Roma İmparatoru Julius Sezar, Pompei’de Pontuslu Pharnaces’i yenerek kazandığı savaş sonrasında, senatoya bir mektup gönderir. Mektubuna “Veni, Vidi, Vici.” diye yazarak zaferini özetler. Mektup, bilgi amaçlı olmasından çok, derin bir anlamı da içinde barındırır.

Günümüzde şahit olduğumuz entrikaların MÖ 80’li yıllarda da yaşandığını biliyoruz. Kral olmak, imparator olmak, o zaman da yeterli değildi. Hatta o mevkiye erişmekten çok orada kalmak daha fazla çaba gerektirirdi.

Bir imparator için bile herkesi memnun etmek, “doyurmak” önemliydi. Ancak söz konusu olan “asiller” yani burjuva sınıfı olunca hem doyurması imkânsızdı, hem de ikna etmesi…

Elbette “Tok ağırlamak zordur.” diye boşa söylenmemiştir. Yani yüce imparator Julius Sezar bile birilerini ikna etmek, kendini anlatmak zorunda kalmıştır! İşte, geldim, gördüm, yendim (veni, vidi, vici) dediği mektubunda, farklı bir bakış açısına göre aristokratlardan oluşan senatoyu bir anlamda küçümsemekte, onlara bir mesaj vermektedir. 

Bakış açısı!..

İnsan görmek istediği şekilde bakar. Çoğu zaman gözünün önündeki gerçekliği görmez veya bunu farklı algılar. Bunda, insanın deneyimlerinin ve ön yargılarının müthiş bir etkisi olduğu kesindir. Beyin yanılmaya ve yanıltılmaya çok uygun olduğu için tarih boyunca illüzyon yapan “sihirbazlar” ile halkı yönetenler, istedikleri algıyı yaratmışlardır.

Yani kim olduğu hiç fark etmez, Julius Sezar ve günümüz toplum yönetiminde görev alanlar veya bir öğretmen de farklı bakış açılarına göre algıyı değiştirebilir. 

Öğrencilerin sahip oldukları ya da olmadıkları bilgiye ön yargı ile yaklaşmadan, bilgi ve becerileri ne olursa olsun, onlara başarılı olacakları inancını verdikten sonra gerisi kolaydır.

Nasıl ve neden bir insanın başaramadıklarından yola çıkılır? Bunu bir türlü anlayamam…Yani 100 üzerinden 90 almış bir öğrenciye öğretmeni ya da ailesi neden yüz alamadığını veya neleri yanlış yaptığını, neden yaptığını sorarak lafa başlar. Örneğin 40 alanın da neden daha yüksek almadığı sorgulanır. Ancak aile ve çocukları değiştirme şansımız olsaydı tepkiler ve bakış açıları da eminim farklı olurdu. Yani sürekli 40’lı notları gören bir aile 90 alan çocukları için nasıl bir tepki verirdi?

Ebeveynler başarı konusunda “doymak” bilmez. Yani çocuğu motive etmek adına mı yoksa salt bir değerlendirme yapmak zorunda oldukları için mi bilinmez ama böyle davranılmazsa bir gevşeme olacağının düşünüldüğü kesindir. 

Aman dikkat! Başarılı olduğunu söylersem maazallah çocuk gevşer, mevşer.

Birisi Ay’a gitse neden Mars’a gitmedi diye düşünen de çıkar, bir sanat eseri karşısında durup, aynısını kendisinin yapabileceğini söyleyen de. 

Bakış açısı işte… 

Ve bu bakış açısının değişmesi şart. 

Unutmayalım ki, geometride açılar değiştiğinde tüm hesaplar da değişir. Bu anlamda kişileri, olayları ve şartları göz önüne alarak değerlendirmeyi buna göre yapmak, yaşamla ilgili olası bir “hesap hatası”ndan bizi koruyacaktır.

Ne var ki, öyle ya da böyle şu sorgulama konusunda kantarın topuzunu kaçırdığımız malumdur. Sürekli uçlardayız, ya çok sorguluyor ya da hiç sorgulamıyor, işin peşini bırakıyoruz. Saldım çayıra Mevla’m kayıra durumu.

Mevla’m kayırır kayırmasına ama önce anne-babalar ve biz eğitimcilerin bakış açılarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Farklı bakabilmeyi, değişik görüşleri anlamak için çaba göstermeyi, onlara saygı duymayı biz başardığımızda çocuklarımız da başaracaktır.

Her insana nasip olmayan ve sahip olan insanı özel kılan, “farklı bakış açılarına sahip olmak” ayrı bir bilgelik ve erdem gerektiriyor. Bu da bir bakış açısı…


1 Ekim 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer Orhan

26 Haziran 2015 Cuma

-mış gibi yapmak…


İnsanoğlu tarih boyunca hırslarına yenik düşmüştür. Belki herkese söz geçirmiş ancak kendi aklına ve yüreğine söz geçirememiştir. İnsanın kendi ile bu mücadelesi onu her zaman bir karar verme eşiğinde bırakmış, doğru ile yanlışı ayırt etmesine, yanlış bulduğu şeyleri dile getirmede zorluk çekmesine ve tereddüt yaşamasına neden olmuştur.

Dünyanın neresine gidilirse gidilsin tüm coğrafyalarda ve farklı kültürlerde yaşayan insanların ortak özellikleri vardır. Hayata gözlerini açan tüm bebekler yardıma muhtaçtır ve insanların tamamı güler, ağlar, sever, nefret eder ve korkar. Sahip olduğu birçok özelliği ona doğuştan verilmiştir. Ancak birçoğunu da yaşamı boyunca edinir.

Hayat onu birçok gerçekle karşı karşıya getirir. O istese de istemese de!

“Gerçek acıdır, biber de acıdır. O hâlde biber gerçektir.” Her ne kadar Aristo, mantık önermesinde biberin gerçek olduğu yargısına varsa da, yaşam birçok “gerçek” yanılsamalarla doludur. İnsan, karşılaştığı her gerçeği kabul etmekte aynı duyarlılığı göstermez. İşine geldiği gibi davranma düşüncesi ve kendini ikna etme becerisini her deneyimiyle geliştirir. Davranışlarını, sözlerini ve eylemlerini haklı çıkartacak tüm düşüncelere yakınlaşır ve sürekli zihninde sığınacak kendi gerçeklik tanımına yakın bir liman arar.

Çoğu zaman hayır diyemeyen, bunu öğrenmede güçlük çeken insanoğlu beynindeki labirentin içerisinde dolaşır durur. Bazen bu labirentte kaybolmak işine de yarar. Belki de yüzleşemediği gerçekleri bu labirentte kaybeder ve bununla teselli bulur. Oysa kaybolan bir düşünce yoktur ve onun orada olduğunu da bilir. Bir gün, kabul edemediği bu düşüncelerle labirentinde karşılaşma fikrinden de korkar ama anlık yok sayma, işine gelir.

İnsan, aynaya baktığında görmezden geldiği kendisini günlük yaşamında birçok kez kandırdığını düşünerek yaşamını sürdürür. Kabul etmediği, edemediği gerçekler, hiçbir zaman yok olmaz. Bunların çokluğu kaliteli bir zihnin oluşmasını ve gelişmesini engeller. Oysa her şeyin yolunda olduğunu kabul etme fikri kulağa hoş gelse de, yaşam birçok olumsuzlukla birlikte vardır.

Kişisel olarak günü kurtarma, olumsuzlukları yok sayma düşüncesi, kurumsal ve toplumsal olarak da karşımıza çıkar. Bunun kültürel bir özellik hâline geldiğini söylemek yanlış bir saptama olmayacaktır. Bazı toplumlarda sözü edilen durum yaşansa da birçok gelişmiş toplumda daha gerçekçi olunduğu görülür. Elbette her iki kültürün oluşmasında etken olan, genelde yönetim şekilleri ve yaklaşımlarıdır. Bazı devlet yöneticileri ve siyasi yapıları, topluma sorunları yansıtmak istemez. Gücü yettiğince bu gizliliği sürdürmeye ve legal hâle getirmeye çalışır. Her şeyin yolunda olduğu izlenimi yaratma çabası ve sorunları öteleme fikri bir taktik olarak düşünülür. 

Önemli olan ne söylediğiniz değil, nasıl söylediğiniz ve yarattığınız algıdır! Nasıl olsa daha sonra bir yol bulunacaktır. Bu nedenle şimdi sorunları ortaya çıkartmaya, onlarla yüzleşmeye ve insanların aklını karıştırmaya gerek yoktur!

Bu şekilde yapılandırılmış bir devletin yarattığı “illüzyon” halk tarafından da benimsenir. Bir süre sonra, sorunları görmezden gelme fikrinin doğru olduğu gibi bir yanılgı, artık toplumsal bir kültür olarak yayılmaya ve kabul görmeye başlar. Böylesine bir kültür oluştuğunda bu durum, bireylerden kurumlara ve toplumun her kesimine yerleşir. Sorunları ortaya koyan insanlar da sevilmeyen, iş çıkartan insanlar olurlar ve istenmezler. Oysa kabul görmek, beğenilmek, arkadaş edinmek, sevilmek ve başarılı olmak tüm insanların her yaşta isteyeceği bir durumdur.

Bir sabah aynaya baktığında veya durum değerlendirmesi yaptığı bir anda yalnız kaldığını ve desteklenmediğini düşünerek vazgeçer. O da mevcut düzene uyar. Belki de hata yaptığını düşünür. Kendini ikna etmeye çalışır ve çoğunlukla da bunu başarır. Cervantes’in Don Kişot’u gibi olduğunu düşünür ve daha “gerçek” bir dünyaya yelken açar. En azından yalnız değildir ve artık her şey yolundadır!

Bu zihin yapısını kişilerde, gruplarda, şirketlerde, okullarda, toplumlarda, devletlerde, kısacası insanın bulunduğu her alanda görmek mümkündür.

Bardağı dolu tarafından görmek iyi bir şeydir ancak sağlam temeller üzerine kurulmak istenen her yapı ve oluşum mutlaka süreçlerini gerçekçi yaklaşımlarla gözden geçirmelidir. Sorgulama ve sorgulayıcılara açık olmalıdır. Bugün düzeltilmesi gerekenler yarına bırakılmamalıdır.

Gelişim ve doğru olan isteniyorsa analitik veya duygusal düşünce yapısıyla sorulan her türlü soruya saygı duyulmalıdır. Örtmek, yok saymak, görmezden gelmek desteklenmemeli, kabul edilen her doğru da süreç içerisinde gözden geçirilerek yeniden değerlendirilmelidir. Antik Yunan filozoflarından Heraklitos’a göre “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” 

Doğru söyleyen dokuz köyden kovulmamalı, kral çıplaksa, bu söylenebilmelidir. Popülist yaklaşımlardan ve bu şekilde davrananlardan uzak durulmalı, oluyormuş gibi, yapılıyormuş gibi, her şey yolundaymış gibi yani kısaca -mış gibi yapılmamalıdır.

Unutulmamalıdır ki, dünya var olduğundan beri milyonlarca insan -mış gibi yapmıştır, buna şüphe yoktur; ancak tarihe iz bırakanlar; gerçekçi yaklaşımlarda bulunanlar, sorunları görenler, bunların üzerine giderek çözüm arayanlar olmuştur.


26 Eylül 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer ORHAN

25 Haziran 2015 Perşembe

Bir insanın hayatını olumlu yönde değiştirme ihtimali…


Her meslek, ona gönül verenler için değerlidir. Tutkuyla yapılan her işin sonunda da başarı vardır. Ticaretle uğraşanlar için işlerini büyütme ve elde ettikleri kazancın artması olumlu bir göstergedir. Sanatçı, toplumun beğenisine sunacağı bir yapıt ortaya koyabilir. Zanaatkâr, emek verdiği ürünün aynı kalitede olmasını sağlamaya çalışır ve satın alınmasını bekler. Doktor, hastalarının iyileşmesini, hâkim, adaletin yerine getirilmesini sağlamaya çalışarak, esnaf da, müşterilerine en iyi hizmeti sunarak memnuniyetlere göre başarısının karşılığını alır.

Eğitimci için durum daha farklıdır ve sabır gerektirir. Emeklerinin karşılığını ne zaman alacağı belli olmadığı gibi bir de kendisinden örnek olması, “her zaman” başarılı olması ve maddiyattan çok manevi kazanımlara değer vermesi beklenir.

Gençliğin verdiği iyimser düşünce yapısıyla hareket etme gücü ve kudretiyle mesleğe başlayan ve maddi beklentilerin önemsiz olduğu idealist yaklaşımlara sahip olan genç öğretmenler, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu ileriki yıllarda yaşamla yüzleştiklerinde bu yaklaşımlarını gözden geçirmek durumunda kalırlar.

Mezun olduktan sonra bir daha sınava girerek başarılı olma, sonra görev almak için şans bulma ve ona verilenin bir şans olup olmadığını görmek için yola koyulmak zorundadır. Üstelik çıkacağı yolun hangi şehre, ilçeye, köye gideceği de belli değildir. Belirsizlik bununla da sınırla kalmayacak, yaşam koşulları, okulun olanakları ya da olanaksızlıkları onun tüm meslek hayatının sonraki aşamaları için büyük önem taşıyacaktır. 

Sürprizler bunlarla da sınırlı kalmaz. Toplumun kültür yapısı, gelenek ve göreneklerini birer renk olarak algılasa da belki de çoğu zaman mücadele etmek zorunda kalacağı birer engel olacaktır. İşte bunlar, ona üniversite yıllarında anlatılmayan konulardır. Aslına bakacak olursanız üniversitede “anlatılan” hemen hemen hiçbir konunun yaşamla ilişkisi yok gibidir. Yazılan kitapların güncelliği, yazanın bakış açısı ve birçok konunun pek ilgi çekici olduğu da maalesef söylenemez. 

Görev alacak öğretmenlerin oryantasyonu da yapılmaz… Ulusumuzda oryantasyon için en belirgin yöntem “zamanla alışır” yöntemidir. Bunu o kadar içselleştirmişiz ki atasözü hâline bile gelmiştir: “Kervan yolda dizilir.”

Hâl böyle olunca, genç öğretmenimiz eğer görev aldığı bölgenin insanı da değilse şartlara alışması onun için ayrıca zor olacak ama nasıl olsa zamanla alışacaktır!

İşte öğretmenlik böyle bir meslektir. Fedakârlık ister, sabır ister, her alanda bilgi sahibi olmak ister ve aldığı maaşla yaşayabilmek için ciddi bir ekonomi becerisi ister!

Bütün aşamaları ve olumsuzlukları yaşamayı göze almış öğretmen için tek motivasyon kaynağı öğrencisidir. Masum, haylaz, zeki, hazırcevap, vurdumduymaz, meraklı, meraksız, sabırsız, eğlenceli, melankolik, ergen… Çoğaltmak mümkün ve sizlerin de çoğalttıklarını eklediğinizde işte tümü, öğrenci. 

Anne ve baba için evde sadece bir ya da iki tane belki de üç ama okulda onlarca ve yüzlerce. Üstelik bir arada yani etkileşim içerisinde...

Peki, bu uğraşıya değer mi?

Eğitimci için sadece bir insanın hayatını olumlu yönde değiştirme ihtimali bile meslek hayatının tümünü kapsayacak kadar değerlidir. Bu nedenle evet, değer…

Tüm ulusun ya da dünyanın geleceğinde olumlu işler yapacak bir insanın eğitiminde etkili olduğunuzu düşünün… Ne büyük bir gurur... Ancak öğretmenler belki de öncelikle bunun tersini düşünerek başlamalı mesleğe... Topluma zarar verecek birini yetiştirme endişesi içerisinde, duyarlı ve sürekli tetikte olarak... 

Öğretmenlik, kocaman yürek gerektiren çok değerli bir meslektir ve bunu öğreten bir okul yoktur. 


22 Eylül 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer Orhan