Yeni oluşan kültürlere ayak
uydurmaya çalışarak, bize sunulanları anlamlandırmaya ve içselleştirmeye
çalışır olduk.
Kapitalizmin ve para
sahiplerinin mega yapılarında kendimize yeni kültürler edinirken geçmişimizi de
unutmaya başladık. Ne kazandığımız ya da neler kaybettiğimize bakmadan
KABULLENDİK!
Bakkalın, kasabın ve manavın
yerini market alırken terzi, manifaturacı, kundura tamircisi kalmadı. Tuhafiye
dediğinizde ise yeni nesillerin tuhaf tuhaf bakacakları günlere geldik.
Oysa mahallemizdeki bakkala
girdiğimizde bakkalımıza selam verir, hâl hatır sorar ve belki de onunla iki
lafın belini kırardık. Dükkân, genelde küçük olur ve her yanı rafla dolu ve
rafları da sıkıştırılmış ürünlerle donatılırdı. Her bakkalın içinde ayrı bir
koku hâkim olduğu gibi samimi ve sıcak bir havası da vardı. 1960-70-80’li
yıllarda çocuklar için bakkallar ayrı bir anlam ifade eder, kısıtlı bütçelerden
çocuklara düşen paralarla teneke kutular içinde satılan gofretlerden alınırdı.
Ürünlerin ekşimesi ve bozulmasından söz edilir ama son kullanma tarihine pek
bakılmazdı. 1990’lı yıllarda ise ambalajlı ürünler her yanımızı sarmaya
başladı. “Dayanıklı” adı altında sağlıklı, sağlıksız her şey ambalajlanarak
bizlere sunuldu, hayır demedik ve ALDIK!
20-30 yılda çok şey değişti.
Bakkallar kapandı, kapanmak zorunda bırakıldı! Gözümüzü, gönlümüzü doyuran dev
alışveriş merkezlerindeki hipermarketler bakkalların yerini aldı ama bizi selamlayarak
karşılayacak kimse kalmadı. İşin samimiyeti, mütevazılığı ve hoşluğu bozuldu.
Büyük ve süslü ama değersiz, dayanıklı ama lezzetsiz…
İşte sunulan bu!
Bu arada sadece bakkalımızı
yitirmedik, yanındaki manavı, kasabı ve evlerin arasındaki boş arazileri de
yitirdik.
Çocukken koşuşturduğumuz,
çelik-çomak ve yakan top oynadığımız, maç ettiğimiz tüm alanları el birliğiyle
betona dönüştürdük. Şimdilerde anne ve babaların yeni gözdesi, “mega” alışveriş
merkezlerine gitmek, aynı mağazaları dolaşmak, fastfood yemek ve kısıtlı
zamanları yok etmekten ibaret. Alışveriş arabalarına oturtulan, ellerine tablet
ya da akıllı telefon verilerek oyalanan çocukların oyun alanları da değişti.
Sıkış tıkış elektrik ve elektronik oyuncaklarla doldurulmuş, sahte ebeveyn
davranışlarıyla desteklenen, yaratıcılıktan uzak oyunların oynandığı mekânlar…
Sevdik bu işi! Mevsimine
göre sıcak veya soğuk, her türlü mağaza ve markaya ulaşmak mümkün, eşiniz mutlu
siz mutlu, çocuk “eğleniyor” ayrıca alışveriş için ne isterseniz de var.
Üstelik “güvenli” çünkü son kullanma tarihi belli olan “dayanıklı” ürünlerin
satıldığı marketler de burada. İnsan daha başka ne ister ki?
Bir şey unuttuk mu acaba, ne
dersiniz?
Yüzüne yağmur suyu değmeden,
bir ağaca tırmanmadan, bisikletten düşmeden ve eli yüzü çamurlanmadan geçen bir
ömür olur mu? Doğanın nimetleri ile yaşamını sürdüren ama ondan uzak ve onu
tanımayan nesiller…
Tatlı su denildiğinde pet
şişe içindeki su aklına gelen ve ömründe hiçbir tatlı su kaynağı görmemiş
çocuklar. AVM çocukları!
Yaşam bu kadar kısa yollarla
yaşanacak kadar hafife alınmamalıdır. Bize sunulan veya dayatılanlar içerisinde
seçme şansımız olduğunu unutmamak gerekir. Konfeksiyon yaşam yerine daha doğal
ve özen isteyen samimi bir yaşam tercih edilerek desteklenebilir.
Anne ve baba olmak zordur,
sorumluluk ister. AVM’lerde çocuk yetiştirerek işin kolayına kaçmak yerine ve
tümü yok edilmeden, “son” parklar, “son” ormanlar ve “son” temiz denizlere
götürmek gerek çocukları.
Usta şair Nazım Hikmet’in
dediği gibi:
“Henüz
vakit varken, gülüm,
Paris
yanıp yıkılmadan,
henüz
vakit varken, gülüm,
yüreğim
dalındayken henüz…”
8 Aralık 2014 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder