30 Temmuz 2015 Perşembe

Satılık sevgi!




Şu Lidyalılar bugün olsa yine parayı ortaya çıkartma ve kullanma konusunda istekli olurlar mıydı acaba? Bence olurlardı çünkü insan günlük yaşamını kolaylaştıran ya da daha doğru bir deyişle kolaylaştırdığını düşündüğü şeyleri çok çabuk benimsiyor. 

Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider… 

Yürüyerek gidebilecek yere bile, arabayla giden biz değil miyiz?

Ah kapitalizm nelere “kadirsin”. En inançlı ve iyi huylusunu bile azdırırsın! 

Lidyalılar alışverişlerde araç olsun istediler ama biz tadını kaçırdık ve “amaç” hâline getirdik. Parayı eskiden olduğu gibi değerli metal olarak da bırakmadık. Kâğıt, çek, senet, bono, tahvil ve kredi kartlarına dönüştürdük. Günlük yaşantımızı ne kadar kolaylaştırdığı tartışılır ama binlerce yıldan beri kendimizi kaybederek hep peşine düştük.

Nerdeyse her türlü inanç sisteminde erdem, iyilik, doğruluk, adalet ve paylaşım gibi değerler savunulur ve hatta söylemlerde mangalda kül de bırakılmaz. Ancak bunu düstur edinenlerin yaşamlarına yakından bakmak gerekir. Yani bu söylemler nereden geliyor? Mütevazı bir hayatın içinden mi yoksa sırça köşklerden, yatlar, katlar ve saraylardan mı? Sıcak jakuzi içinde soğuk içeceğini yudumlarken ahkâm kesmek marifet değil.

Yok, çok para insanı bozuyor, bu kesin, fazlası akla zarar. Azdıkça azası geliyor insanın. 

Eski Yunan döneminde zenginlerin ve aristokratların gün boyu yan gelip yattıkları ve yiyip içtikleri bilinir. Hatta yemeğe o kadar düşkünmüşler ki doyduklarında kendilerini zorla kusturarak, tekrar yemek yerlermiş. Bunu bilmeyenlerin, “yuh artık” dediklerini duyar gibi oluyorum ama durum buymuş. Şaşırmayın, ben artık insanların bu sapkınlıklarına şaşırmıyorum. İnsanlardan gelen sürprizlerin milyonda biri hayvanlardan gelmiyor!

Bir tarafta açlık, sefillik, bebek ve çocuk ölümleri, yok olan canlı türleri diğer tarafta ise bundan bihaber, şımarık ve aymaz insanlar! Bu durum günümüzün sorunu değildir, insanoğlu var olduğundan beri süregelmektedir. Maddi olarak zengin olan, her şeye de sahip olacağı algısı ile yaşar. Bu tür insanlar için para ile açılamayacak kapı da yoktur.

O, bedeni ile ruhunun tüm ihtiyaçlarını satın alabileceğini düşünür. Peki, gerçekten alabilir mi? Mesela sevgi… Sevgi satın alınabilir mi? 

Belki… Ancak aldığını sanmakla, gerçekten sahip olmak arasında kıyaslanamayacak fark olduğu kesindir.

O zaman çocuklarımıza maddi kazançla duygusal kazancın ne olduğunu iyi anlatmak gerekir. Onlara, verdiğimiz sevginin karşılıksız olduğunu ve onların da sevgilerini karşılıksız vermelerini öğretmeliyiz. Sevgi için para değil, samimiyet ve sorumluluk gerektiğinin altını çizmeliyiz.

Nasıl yapmalı, nasıl anlatmalı? Elbette belirli bir reçete yok ama öneri var. 

Eğitimde sıkça kullanılan ödül ve ceza uygulamaları ile sevginin arasında çok ince bir çizgi olduğu unutulmamalıdır. Çocuğunuzu seviyor olmanız, onun her davranışını onaylayacağınız anlamına gelmez, gelmemeli. Sevdiğiniz için çocuğunuza ceza vermemek ya da ödülün değerini yitirtecek şekilde ve her istediğinde ödüllendirmek uygun değildir. 

Eğitimde bireyin kendisine değil, davranışlarına odaklanmak ve doğru ile yanlışı ayırt etmek gerekir. Özellikle sevgi göstergesi olarak paranın gücünün kullanılması ekilecek en kötü tohumlardan biri olacaktır. Ebeveynler, çocuklarını ihmal ettikleri noktalarda veya kontrolü kaybettiklerinde sevginin arkasına sığınarak açıklarını para ile kapatma yoluna gidebilmektedir. Bu durumda, çocuklarda sevginin de herhangi bir meta gibi satın alınabileceği algısı oluşmaya başlar.

Konuyu hemen hemen herkesin bir şekilde dâhil olduğu evcil hayvan sevgisi bağlamında örnekleyebiliriz. Sanırım çoğu kişi yaşamlarının bir kısmında hayvan beslemiş veya buna yeltenmiştir. Sahip olmak için ilk akla gelen yol ise bir dükkândan, güncel adıyla “pet shop”tan satın almaktır. 

En kolay yol. Ver parayı, seç seç al! 

Özellikle de en şirini, en küçüğünü… O zavallı yavrucaklardan civciv olarak alınanların tavuk, çoğunlukla da horoz olacağı dikkate alınmaz, ördek yavrusunun da büyüyeceği hiç düşünülmez mi ki? Ne o, küçük beyimiz ya da hanımefendimiz öyle istemiş… 

Singapur kaplumbağaları vardır, herkes bilir. Çok küçücükken satılır. Hemen hemen her ailenin evine girmiştir. Plastik ağaç süsleri ile tropik bir ada görüntüsü verilmiş küçücük bir tas içerisinde başlayan kaplumbağanın sorunları o büyüdükçe büyür. O büyür, kap da büyür ama bir yere kadar, en sonunda kaplumbağa 10 cm’yi bulmadan bir gölete atılarak macera sona erdirilir. Kaplumbağa için artık “survivor” macerası başlamıştır.

Tüm evcil hayvanlar için makûs talih değişmez. Küçük kalacağı düşünülen ya da hiç düşünülmeden satın alınan hayvanlar büyür, hastalanır ve ilgi ister. Çocukların bu büyük sorumluluğu sonuna kadar alıp alamayacağından emin olmak gerekir. Hayvanların doğal ortamlarında bulunmalarının daha doğru olacağı veya ona sunulacak şartların doğal ortamlarını aratmayacak şekilde olması gerektiği söylenmelidir.

Diyelim ki ciddi anlamda bu sorumluluğu istiyorsunuz o zaman para ile bir hayvan satın almak yerine sokaklara terk edilmiş hayvanlara sahip çıkmalısınız. Gerçekten sevginizi paylaşmak ve bunu çocuğunuza aşılamak istiyorsanız engelli hayvanları sahiplenerek yaşamlarını sürdürmelerini sağlamalısınız.

Evcil hayvan satan dükkânlardan para karşılığı alarak sonra terk etmenin yollarını arayacağınız bir hayvana vereceğiniz tek şey sahte bir sevgi ile trajik bir son olacaktır.
Çocuklarımıza sevginin satılık olmadığını öğretelim.

22 Aralık 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer Orhan

28 Temmuz 2015 Salı

Ekosistem mi, Egosistem mi?




Şatafatlı ve yabancı sözcüklere bayılıyoruz. Her kurum yeni, duyulmamış ve özellikle kullanılmamış bir sözcük bulma ve kendine mal etme telaşında!

1980’li yıllarda özel okulların açılmaya başlamasıyla birlikte yeni bir slogan bulma, orijinal söylem geliştirme, o günlere kadar çok da bilinen bir şey değildi. Savaşlar, darbeler derken devletin de bu anlamda çok yaratıcı olması beklenemezdi.  Gazeteler sayesinde reklamlarla henüz tanışmıştık ki siyah beyaz televizyonlarla ilk hareketli ve müzikli reklam cıngılları halkın dilinde dolaşmaya başlamıştı.

Slogan üretme yarışında önderliği özel sektör üstlendi ve bazen doğru bazen yanlış işlerle yaratıcılık tavan yapmaya başladı. İşte bu bağlamda 80’li yıllarda özel okulların başlattığı “çağdaş ve modern” olma söylemi o kadar popüler oldu ve sevildi ki uzun yıllar kullanıldı. Toplum için çağı yakalamak belki de gerçek bir ütopyaydı ve o kadar çok tüketildi ki bir süre sonra sessiz sedasız kamuoyunun gündeminden çıktı, gitti.

Aniden çok çağdaş mı olmuştuk, yoksa modernizmin doruklarına mı ulaşmıştık bilinmez ama ülkemizde her şeyin sabun köpüğü gibi şiştiği ve “puf” diye söndüğü kesin.

Her zaman geleceği görmek, onunla ilgili planlar yapmak da insanlara güven vermiştir. Bu nedenle hedefler saptamak ve bunları paylaşmak da ne yaptığını bilen kurumların yapması gereken işti ve güven duygusu yaratırdı. İşte, o zaman “vizyon ve misyon” sözcükleri hayatımıza kazandırıldı. Kazandırıldı çünkü ileri görüşümüz, ülkümüz ve sağgörümüz aynı etkiyi vermiyordu!

VİZYON! Bulmuştuk işte… Bayıldık bu sözcüğe... Önce özel sektör sonra kalite yönetim sistemlerinin de katkılarıyla devlet kurumları da kullanmaya başladı. Ama tek başına değil genelde ayrılmaz ikilisi misyon ile birlikte uzunca bir süre duvarlara asıldı, kurum kitapçıklarının ilk sayfalarında yer aldı. Herkese gösterme telaşı ile de yanıp tutuşuldu. Bakın bizim de var. İşte “vizyonumuz”, bu da “misyonumuz”.
 
Amacımız değil ama lütfen dikkat! MİSYONUMUZ…

Bir süre sonra baktık ki neredeyse bakkal, kasap da vizyon ve misyonunu duvarına asmaya başladı, bunun da suyu çıktı diyerek hemen bundan da vazgeçtik.

Ne yapacağımızı kara kara düşünürken imdadımıza Pentium bilgisayarlar yetişti. Artık yeni söylem bilişim olmuştu. Şöyle teknolojimiz var, böyle bilgisayar altyapımız var derken uzunca bir süre bu da toplumu idare etti, hatta idare etmeye devam da ediyor. Okullar ise bu hummalı sürece dâhil olmazsa olmazdı ve akıllı tahtalar, akıllı sınıflar, teknolojik derslikler, wi-fi bağlantıları ile müthiş bir rekabet ortamı oluşturuldu. Bilgisayarlar ve tabletler alındı ama öğretim yöntemi olarak kullanılacak ders içerikleri yoktu. En önemlisi de bunların tümünün birer araç olduğu çoğu zaman unutulduğu için teknoloji de arapsaçına döndü. Şu an için durumda fazla bir değişiklik yok ve umarım en kısa zamanda akılcı bir çözüm bulunur ama bunun için de “akıllı” eğitimcilere ihtiyaç var!

Aynı zamanlara denk düştüğünü düşündüğüm “öğrenci merkezli öğretim” söylemi de çok popüler olmuştu. Gelin görün ki ortada ne merkez vardı ne de merkezde öğrenci yer alabildi. Uzunca bir süre bu şekilde öğretim yaptığı iddiası ile yola çıkan okulların da sınavlara öğrenci hazırladığını, programlarının diğer okullarla aynı olduğunu da herkes bildi. “Göle maya çalmak” adına mı, “Kırk kez söylenirse olur.” diye mi bilinmez ama belki de bunun olması çok istendiği için herkes her şeyi bildi ama kimse dile getirmedi.

Bunların içinde en sevdiğim ve beni en çok eğlendiren slogan “inovasyon” oldu. Latince “innovare”den gelen bir sözcük olan inovasyonun anlamı ise yeni ve değişik bir şey yapmak, yenilenmedir. OECD’nin temel tanımında inovasyonun amacının yapılan yenilenmelerin, buluşların ticari yarara dönüşmesi ve pazarlanması şeklinde ifade edilmektedir. Daha çok bilim ve teknolojinin ekonomik ve toplumsal yarar sağlamak için yenilenmesini anlatmak için kullanılan inovasyonun özellikle eğitimde de kullanılması bana ilginç ve gereksiz gelmişti. Bazıları beni eleştirebilir ama bu konu ilk gündeme geldiğinde de fikrimi aynı şekilde ifade etmiştim. Sözcükleri anlamlarına göre kullanmak gerekir, dilimiz bunun için yeterince zengindir ancak onlara farklı anlamlar yüklenecekse işte bu da ayrı bir sanattır.

Birkaç yıl önce üniversiteler bu söylemi ele aldılar ve birçok etkinlikle inovasyonu parlattılar. Bu anlaşılabilir bir şeydi ama liseler ve ortaokullar da inovatif yaklaşımları destekleyen yarışmalar, projeler derken tam iş çığırından çıkıyor, anaokullarına da sıçrıyordu ki, birden bitti! Sanki hiç inovasyon konuşulmamıştı.

Bir ara fütürist (gelecekçi) bakış açısı şöyle bir dillendirilse de çok tutmadı.

Son yıllarda ise en popüler “ekosistemler” oldu. Sözcük, doğal yaşamla ilgili konuları çağrıştırsa da anlam olarak; belirli bir alanda bulunan canlılar ve bunları saran çevrenin karşılıklı ilişkileriyle meydana gelen ve süreklilik gösteren ekolojik sistemi ifade etmektedir. Sözcüğün çok etkileyici olduğu kesin.  “Bilimsel” ve “sistematik”, yani ezbere değil, belirli disiplinleri içeriyor, daha ne olsun?

Sistemleri o kadar seviyor ve sahip çıkıyoruz ki dünyanın durumu da ortada! Ne ekoloji kaldı ne de sistem! 

İnsanoğlu böyle devam ederse, yaşayabilecek herhangi bir ortamı kalmayacak. Bencilliği yüzünden sistematik olarak yaptığı en iyi şey yok etmek olduğundan en başarılı sistemi de egosistem olacak.

18 Aralık 2014 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Sen benim kim olduğumu biliyor musun?


Hayatında tek anlamlı soru sormayan birinden duyabileceğiniz en anlamsız sorulardan biridir. Ayrıca kaba ve en çaresizi olduğu da kesin! 

Eğitim şart!

Öz güven kaybı ne beter şeydir. Bu ülkenin sanatçılarının bile cadde ortalarında kendini kaybetmiş davranışlarına, şımarık ve kabalıklarına şahit olmuyor muyuz? Gün geçmiyor ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında bir tartışma, kavga ve küfürleşme yaşanmasın.

Toplumun önünde yer alan insanlar iki kez düşünüp, bir kez konuşmalıdır. Yediden yetmişe herkesin kendilerini izlediklerini ve örnek aldıklarını unutmamaları gerekir. Ayrıca bu onların sosyal sorumluluğudur. Maalesef her türlü hakareti etmeyi kendine hak görenler de bizim insanlarımızdır. En kötüsü ise sonrasında matah bir şey yapmış gibi kasılmalarıdır! Hadi diyelim sen sende değildin, bir hata yaptın ve ağzından kaçırdın, bari normale döndüğünde hatanı gör. Yok, illaki bir cehalet küstahlığı daha gösterilecek!

Şu insanlara özür dilemenin aslında cesaret ve erdem olduğu nasıl öğretilecek?

Dilin kemiği yok. İnsan her aklına geleni de söyleyebilir ama o zaman medeniyetten uzaklaşır. Oysa özellikle bir şekilde “toplumun izlediği” insanların çok daha medeni davranması beklenir.

Biraz değiştirmek zorunda kaldığım bir atasözümüz bu durumu çok güzel özetliyor: Hoca “fısıldarsa”, cemaat “bağırır”.

Meclis çatısı altında, kendisi gibi bir başka vekile hakaret eden, saldıran birileri olursa, millet adına edinilen ayrıcalıklar millete karşı kullanılır ve ayrıca bu bir hak olarak görülürse bu iş çıkmaza girer.

Öğretmen, öğrencisine birey olarak saygı göstermezse, onların önünde kaba saba konuşur, hakaret ederse öğrencilerinden nasıl saygılı davranmalarını bekler?

Baba çocuğunun gözleri önünde sayıp söverse, bu örneklerle oluşacak bir kültürle nezaketsiz bir nesil ellerinizden öper

Herkes karşısından saygı bekleyeceğine önce kendi saygı gösterse yani işi tersine çevirse daha medeni bir kültür zamanla oluşacaktır. 

Bu teori size çok mu optimist (iyimser) geldi? Bırakın gelsin çünkü diğeri ile nereye geldiğimiz ortada…

Trafikte suç işlemiş birinin, görevini yapan polis memurlarına “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusunun hangi ego düzeyinde ve ne tür beklentilerle sorulduğunu anlamak zor değildir. Ancak bir tarafta bu örnekler hazinesi, diğer tarafta kırmızı ışıkta duran, sıraya giren, bisikletiyle halkın arasında “dolaşabilen” bürokratlar, siyasiler, devlet adamları, iş adamları… 

Yönetsel pozisyonlar insana erişilemeyecek haklar verir mi, vermeli mi? Hangisi ve ne kadarı sorumlulukları yüksek insanlar için güvenlik sınırları içerisinde sayılmalı?

“Başakların içi boşken, başları diktir, içleri doldukça başları eğilir.” Başka söze ne hacet!

Bu ülkede değerler eğitimi verilmeye çalışılırken, ciddi bir değer kaybı yaşandığı nasıl göz ardı edilebilir ki?

“Bal tutan parmağını yalar.” diye bir atasözümüz varken biz nasıl medeni olacağız?



16 Aralık 2014 - www.egitimajansi.com


Ömer Orhan