Millî Eğitim Sistemi son
yıllarda birçok değişime sahne olmaktadır. Hummalı bir çalışma ile 12 yıllık
kesintisiz eğitim bütünlüğü içinde 4+4+4 olarak, hafif kesintili de olsa uygulanmaya başlandı.
Okul öncesi eğitimde okula
başlama yaşının düşürülmesi de toplumun gündemini epeyce “işgal” etti.
Yaşananların
değerlendirmesini yapmayacağım. Bunları sıklıkla yaptık ve anladığım kadarıyla
daha sonra yine yapmak zorunda kalacağız.
Şu an yeni strateji; özel
öğretimi cazip hâle getirerek, devletin omuzlarındaki yükün hafifletilmesi.
Bunun için esnetilen yönetmelikler, velilere ve okullara teşvikler, hiç
olmayacak yerlere “geçici” okul ruhsatları…
Son yıllarda sevdik bu
özelleştirme işini! Peki, ilk olarak ne zaman “sevmişiz”, ona bir bakalım.
1856 yılında Islahat Fermanı
ile birlikte azınlıkların cemaat olarak okul açmalarına izin verilmiştir. Tanzimat
Döneminde, Türklerin özel öğretim girişimleri hakkında yeterli bilgi yoktur.
Osman Ergin’in, Türkiye Maarif Tarihi adlı kitabında öne sürdüğüne göre
“Türk-İslâm unsuru” her şeyi hükümetten beklemekte olduğu için okul işleri de
devlete bırakılmıştır. Ancak Prof. Dr. Yahya Akyüz, Türklerin para kazanmak
için okul açma düşüncesini yadırgamış olabileceklerini de belirtmektedir. Yani eğitim, para kazanmak için ticari araç
olmamalı, demişler! Bravo! Eğer o zamanki düşünce buysa ve günümüzde Danimarka
gibi birçok ülke, eğitimi özelleştirmemiş durumdaysa, demek ki bunun zamanla
ilgisi yok. Sosyal devlet olmak, eğitim ve sağlık gibi konuları kontrolde
tutmak, eşitliği sağlayarak halkını “kucaklamak”la ilgisi var. Devlet mi özel
mi ayrımı ise başka bir fasıl, onu ayrıca tartışmak gerekir.
Konuya tekrar dönersek, bu
bağlamda Tanzimat Döneminde açılan okulların çoğu Osmanlı idealini
benimsemiyor, ana dillerine, dinî geleneklerine ve siyasi görüşlerine göre
eğitim yapıyorlardı. Sayıca artmalarının nedenleri ise;
1-
Misyonerlerin gittikçe daha “bilimsel”
çalışmaları,
2-
Azınlıklara tanınan yeni haklar,
3-
Osmanlı Devleti’nin dış borçları nedeniyle
giderek dışa daha bağımlı hâle gelmesi ve siyasi sorunlar çıkmaması için
yabancı okul isteklerine ses çıkartmaması olarak sayılabilir.
Bu dönemde açılan okulların
Fransızlar tarafından açılanlarına Katolik,
Amerikalılar ve İngilizler tarafından açılanlarına ise Protestan okulları
denmiştir.
15 Ocak 1882 yılında
İstanbul’da açılan Şems-ül Maarif Mektebi adındaki okul, Rüştiye düzeyinde
açılan, muhtemelen de ilk Türk özel okuludur.
1882’de Mekteb-i Hamidî,
1885’te Selanik’te Feyz-i Sıbyan (Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları),
Nümûne-i Terakkî, Rehber-i Marifet, Ravza-i Terakki, 1863’te Darüşşafaka,
1877’de Mekteb-i Terakkî (Terakki Vakfı Şişli Terakki Okulları), 1888’de
Bürhan-i Terakki ve diğerleri…
Zühtü Paşa’nın kayıtlarda
yer alan ifadelerine göre 1900’lü yılların başına kadar devam eden Fransız
hayranlığının etkisiyle Fransız okullarının sayısı 300’e yaklaşmış olup toplam
392 Protestan ve Katolik okulu açılmıştır. Açılış amaçları, misyonları, eğitim
programları ve diğer faaliyetleri bir başka yazı konusudur. Ancak
mevcudiyetleri ile Osmanlı Devleti’nde özel okulculuğun ilkleri bu şekilde
meydana gelmiştir.
Cumhuriyet Dönemi ile
çağdaşlaşma hareketleri ve yeniden yapılanma sürecinde yabancı okulların sayısı
azalmış ancak farklı programlarda Türk okullarının sayısı ve çeşitliliği de
artmıştır.
Çıkartılan kanunla özel
öğretimin önü açılmış olsa da Cumhuriyet tarihi boyunca özel okulların oranı
%3-5 arasında değişmiştir. Bununla birlikte ülkede uygulanan sınav sistemleri,
ortaöğretim ve yükseköğretime olan taleple birlikte dershanelerin varlığı her
geçen sene artmıştır.
Bugün sayıları 4000’e
yaklaşmışken dershanelerin kapanma kararı ile değişimleri gündeme oturmuştur.
Şimdilerde dershanelerin
okul olmaları için onlara çok önemli bir “şans”
verilmiştir. Böylece devlet; üzerindeki yükün bir bölümünü paylaşarak öğretimde özelleştirmeyi özendirmeye
çalışmaktadır. Öğretimde diyorum çünkü eğitim çok başka bir iştir!
Umarım dönüşüm sürecine
dâhil olan dershaneler eski reflekslerine göre hareket etmez ve eğitimi bir
kenara itmezler.
Eğitim
sistemimiz, mehteran bölüğü gibi… Heyecan verici… Ne var ki üç adımda bir durup,
yarım sağa ve yarım sola dönmezsek daha iyi olacak çünkü sağa sola dönmekten
helak olduk, dünya uçtu gitti…
"Allah
Allah İllallah, baş üryan, göğüs kalkan, dide al kan, sine püryan;
Bu
meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran;
Kahrımız,
kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz, padişaha ayan;
Sayılmayız
parmakla, tükenmeyiz kırmakla;
Üçler,
Beşler, Yediler, Kırklar Nur-û Nebi, Kerem-î Âli, Hacı Bektaş-ı Veli;
Dem-ü,
devranına hû diyelim, hûûû."
“Hasduuur!”
''Haydi
ya Allah!''
20
Nisan 2015 - www.egitimajansi.com
Ömer
Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder