1970’li yıllarda
televizyonla ilk tanıştığımızda başımıza bugün yaşayacaklarımızın geleceğini
bilmiyorduk. Tek kanallı, siyah beyaz yayın yapan sihirli kutunun yayın
saatleri de belliydi. Gece televizyon kapanırken İstiklâl Marşı’mızı saygı
duruşunda dinlerdik. Marşımızla ve bayrağımıza duyduğumuz saygıyla da övünürdük.
Hey gidi günler hey… Nereden nereye!
İlk zamanlar öyle her evde
televizyon yoktu. Konu komşu olanda toplanırdı. Olanın olmayanla paylaştığı
dönemlerdi.
TRT yayına başladığı
yıllarda televizyonculuğu ve televizyonu izleyicileriyle birlikte öğrenmişti.
Ama ne öğrenmek! Spikerlerin Türkçesi benim diyen insanda yoktu. Tüm yokluklara
rağmen son derece özenle hazırlanmış programlar izlerdik. Emek verenlerin
ellerine ve aklına sağlık…
Aradan yıllar geçti,
televizyon ekranları renklendi, kanal sayıları arttı ve özelleşti. Artık o
kadar çok yayın var ki seçmekte zorlanılan hâle gelindi. Ne var ki öncelik,
değerler değil izlenme oranları oldu. Programların kalitesi giderek düştü ama
albenisi yok olmadığı gibi bir şekilde ilgiyi canlı tutmanın yolları bulundu.
İnsanlar, hipnotize edilmiş gibi ekranların karşısına kilitlendi.
Ebeveynler, bebeklik
yıllarından itibaren çocuklarına yemek yedirmek için bile ekranları kullanmaya
başlayınca onları küçük birer bağımlı hâline getirdi.
Matah bir şeymiş gibi
birilerinin hayatlarını ve kurgusal uydurmaları izlerken, insanlar kendi
hayatlarını yaşamayı unuttu. Belki unutmak ve birçok şeyi düşünmemek insanların
da işine geldi. Alan razı, satan razı durumu… Özellikle çabuk unutan,
düşünmeden izleyen bir kitle oluşması, devletlerin “isteyip de bulamadığı” şey.
Dünya yıkılsa, akşamki
diziyi bekleyen, birilerini gözetleyen, kurgulanmış kadın programlarına
odaklanan veya maçları hayatın merkezine oturtmuş bir kitle! Bu tip insanların
milyarlarcasını, onlarca yıl rahat rahat yönetebilirsiniz. Bu arada kitlenin
ilgisini çeken (reytingi yüksek) programlara ses çıkartmamak, ne yaparlarsa
uygun bulmak, “başarılarını” desteklemekten başka bir şey değil! Zaten beğeni
oluşmuş, millet ekran başında kilitlenmişse bu “iyi bir iştir” değil mi? Yani “başarılı”!
Ama bu bana göre aslında bir
başarısızlıktır; bu durum ne kadar çok insanın mutsuz olduğunu,
kendisini ekrana kilitleme
ihtiyacı hissettiğini,
başka çıkar yolu
kalmadığını,
düşünmek istemediğini,
üretmediğini,
iletişiminin yok olduğunu,
paylaşmadığını,
değerlerinin manipüle
edilmeye açık olduğunu gösterir. Böyle bir halk, her gün ona sunulan
kahramanlık filmlerini izlerken kendi millet ve memleketinin gidişatını
göremez.
Bencilce yaşayarak sorunlarından
kaçabileceğini sanır.
Bir yandan gelecek,
inovasyon, yaratıcılık, modernleşmeden söz etmek diğer yandan televizyon
ekranlarına kilitlenmek...
Çocuklar için en iyi eğitimi
istemek ama bebeklikten başlayarak onları televizyon bağımlısı hâline getirmek...
Ne yaman çelişki!
Seçicilikten uzak,
dayatılanlarla yaşamak…
Oysa neye
alıştığımıza/alıştırıldığımıza iyi bakmak, kendi seçimlerini yapmayan hatta
yapamayan bir toplum olmamak lazım!
Çağımızın en büyük sosyal
hastalığı ekran bağımlılığından korunmak için seçici olmayı bilmek ve televizyonu
gerektiğinde KAPATABİLMEK gerek!
Geleceğimizi karartmamak
için…
24 Nisan 2015 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan