29 Eylül 2015 Salı

Ebeveynler çocuklarını bağımlı hâle getiriyor!




1970’li yıllarda televizyonla ilk tanıştığımızda başımıza bugün yaşayacaklarımızın geleceğini bilmiyorduk. Tek kanallı, siyah beyaz yayın yapan sihirli kutunun yayın saatleri de belliydi. Gece televizyon kapanırken İstiklâl Marşı’mızı saygı duruşunda dinlerdik. Marşımızla ve bayrağımıza duyduğumuz saygıyla da övünürdük. Hey gidi günler hey… Nereden nereye

İlk zamanlar öyle her evde televizyon yoktu. Konu komşu olanda toplanırdı. Olanın olmayanla paylaştığı dönemlerdi.

TRT yayına başladığı yıllarda televizyonculuğu ve televizyonu izleyicileriyle birlikte öğrenmişti. Ama ne öğrenmek! Spikerlerin Türkçesi benim diyen insanda yoktu. Tüm yokluklara rağmen son derece özenle hazırlanmış programlar izlerdik. Emek verenlerin ellerine ve aklına sağlık…

Aradan yıllar geçti, televizyon ekranları renklendi, kanal sayıları arttı ve özelleşti. Artık o kadar çok yayın var ki seçmekte zorlanılan hâle gelindi. Ne var ki öncelik, değerler değil izlenme oranları oldu. Programların kalitesi giderek düştü ama albenisi yok olmadığı gibi bir şekilde ilgiyi canlı tutmanın yolları bulundu. İnsanlar, hipnotize edilmiş gibi ekranların karşısına kilitlendi.

Ebeveynler, bebeklik yıllarından itibaren çocuklarına yemek yedirmek için bile ekranları kullanmaya başlayınca onları küçük birer bağımlı hâline getirdi.

Matah bir şeymiş gibi birilerinin hayatlarını ve kurgusal uydurmaları izlerken, insanlar kendi hayatlarını yaşamayı unuttu. Belki unutmak ve birçok şeyi düşünmemek insanların da işine geldi. Alan razı, satan razı durumu… Özellikle çabuk unutan, düşünmeden izleyen bir kitle oluşması, devletlerin “isteyip de bulamadığı” şey. 

Dünya yıkılsa, akşamki diziyi bekleyen, birilerini gözetleyen, kurgulanmış kadın programlarına odaklanan veya maçları hayatın merkezine oturtmuş bir kitle! Bu tip insanların milyarlarcasını, onlarca yıl rahat rahat yönetebilirsiniz. Bu arada kitlenin ilgisini çeken (reytingi yüksek) programlara ses çıkartmamak, ne yaparlarsa uygun bulmak, “başarılarını” desteklemekten başka bir şey değil! Zaten beğeni oluşmuş, millet ekran başında kilitlenmişse bu “iyi bir iştir” değil mi? Yani “başarılı”!

Ama bu bana göre aslında bir başarısızlıktır; bu durum ne kadar çok insanın mutsuz olduğunu, 

kendisini ekrana kilitleme ihtiyacı hissettiğini,
başka çıkar yolu kalmadığını,
düşünmek istemediğini,
üretmediğini,
iletişiminin yok olduğunu,
paylaşmadığını,
değerlerinin manipüle edilmeye açık olduğunu gösterir. Böyle bir halk, her gün ona sunulan kahramanlık filmlerini izlerken kendi millet ve memleketinin gidişatını göremez. 

Bencilce yaşayarak sorunlarından kaçabileceğini sanır.

Bir yandan gelecek, inovasyon, yaratıcılık, modernleşmeden söz etmek diğer yandan televizyon ekranlarına kilitlenmek... 

Çocuklar için en iyi eğitimi istemek ama bebeklikten başlayarak onları televizyon bağımlısı hâline getirmek... 

Ne yaman çelişki!

Seçicilikten uzak, dayatılanlarla yaşamak… 

Oysa neye alıştığımıza/alıştırıldığımıza iyi bakmak, kendi seçimlerini yapmayan hatta yapamayan bir toplum olmamak lazım! 

Çağımızın en büyük sosyal hastalığı ekran bağımlılığından korunmak için seçici olmayı bilmek ve televizyonu gerektiğinde KAPATABİLMEK gerek! 

Geleceğimizi karartmamak için…

24 Nisan 2015 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan

25 Eylül 2015 Cuma

İlk özel okul ne zaman açıldı?




Millî Eğitim Sistemi son yıllarda birçok değişime sahne olmaktadır. Hummalı bir çalışma ile 12 yıllık kesintisiz eğitim bütünlüğü içinde 4+4+4 olarak, hafif kesintili de olsa uygulanmaya başlandı.

Okul öncesi eğitimde okula başlama yaşının düşürülmesi de toplumun gündemini epeyce “işgal” etti.

Yaşananların değerlendirmesini yapmayacağım. Bunları sıklıkla yaptık ve anladığım kadarıyla daha sonra yine yapmak zorunda kalacağız.

Şu an yeni strateji; özel öğretimi cazip hâle getirerek, devletin omuzlarındaki yükün hafifletilmesi. Bunun için esnetilen yönetmelikler, velilere ve okullara teşvikler, hiç olmayacak yerlere “geçici” okul ruhsatları…

Son yıllarda sevdik bu özelleştirme işini! Peki, ilk olarak ne zaman “sevmişiz”, ona bir bakalım.

1856 yılında Islahat Fermanı ile birlikte azınlıkların cemaat olarak okul açmalarına izin verilmiştir. Tanzimat Döneminde, Türklerin özel öğretim girişimleri hakkında yeterli bilgi yoktur. Osman Ergin’in, Türkiye Maarif Tarihi adlı kitabında öne sürdüğüne göre “Türk-İslâm unsuru” her şeyi hükümetten beklemekte olduğu için okul işleri de devlete bırakılmıştır. Ancak Prof. Dr. Yahya Akyüz, Türklerin para kazanmak için okul açma düşüncesini yadırgamış olabileceklerini de belirtmektedir. Yani eğitim, para kazanmak için ticari araç olmamalı, demişler! Bravo! Eğer o zamanki düşünce buysa ve günümüzde Danimarka gibi birçok ülke, eğitimi özelleştirmemiş durumdaysa, demek ki bunun zamanla ilgisi yok. Sosyal devlet olmak, eğitim ve sağlık gibi konuları kontrolde tutmak, eşitliği sağlayarak halkını “kucaklamak”la ilgisi var. Devlet mi özel mi ayrımı ise başka bir fasıl, onu ayrıca tartışmak gerekir. 

Konuya tekrar dönersek, bu bağlamda Tanzimat Döneminde açılan okulların çoğu Osmanlı idealini benimsemiyor, ana dillerine, dinî geleneklerine ve siyasi görüşlerine göre eğitim yapıyorlardı. Sayıca artmalarının nedenleri ise;

1-    Misyonerlerin gittikçe daha “bilimsel” çalışmaları,
2-    Azınlıklara tanınan yeni haklar,
3-    Osmanlı Devleti’nin dış borçları nedeniyle giderek dışa daha bağımlı hâle gelmesi ve siyasi sorunlar çıkmaması için yabancı okul isteklerine ses çıkartmaması olarak sayılabilir.

Bu dönemde açılan okulların Fransızlar tarafından açılanlarına Katolik,  Amerikalılar ve İngilizler tarafından açılanlarına ise Protestan okulları denmiştir.

15 Ocak 1882 yılında İstanbul’da açılan Şems-ül Maarif Mektebi adındaki okul, Rüştiye düzeyinde açılan, muhtemelen de ilk Türk özel okuludur.

1882’de Mekteb-i Hamidî, 1885’te Selanik’te Feyz-i Sıbyan (Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları), Nümûne-i Terakkî, Rehber-i Marifet, Ravza-i Terakki, 1863’te Darüşşafaka, 1877’de Mekteb-i Terakkî (Terakki Vakfı Şişli Terakki Okulları), 1888’de Bürhan-i Terakki ve diğerleri…

Zühtü Paşa’nın kayıtlarda yer alan ifadelerine göre 1900’lü yılların başına kadar devam eden Fransız hayranlığının etkisiyle Fransız okullarının sayısı 300’e yaklaşmış olup toplam 392 Protestan ve Katolik okulu açılmıştır. Açılış amaçları, misyonları, eğitim programları ve diğer faaliyetleri bir başka yazı konusudur. Ancak mevcudiyetleri ile Osmanlı Devleti’nde özel okulculuğun ilkleri bu şekilde meydana gelmiştir.

Cumhuriyet Dönemi ile çağdaşlaşma hareketleri ve yeniden yapılanma sürecinde yabancı okulların sayısı azalmış ancak farklı programlarda Türk okullarının sayısı ve çeşitliliği de artmıştır.

Çıkartılan kanunla özel öğretimin önü açılmış olsa da Cumhuriyet tarihi boyunca özel okulların oranı %3-5 arasında değişmiştir. Bununla birlikte ülkede uygulanan sınav sistemleri, ortaöğretim ve yükseköğretime olan taleple birlikte dershanelerin varlığı her geçen sene artmıştır. 

Bugün sayıları 4000’e yaklaşmışken dershanelerin kapanma kararı ile değişimleri gündeme oturmuştur.

Şimdilerde dershanelerin okul olmaları için onlara çok önemli bir “şans” verilmiştir. Böylece devlet; üzerindeki yükün bir bölümünü paylaşarak öğretimde özelleştirmeyi özendirmeye çalışmaktadır. Öğretimde diyorum çünkü eğitim çok başka bir iştir!

Umarım dönüşüm sürecine dâhil olan dershaneler eski reflekslerine göre hareket etmez ve eğitimi bir kenara itmezler.  

Eğitim sistemimiz, mehteran bölüğü gibi… Heyecan verici… Ne var ki üç adımda bir durup, yarım sağa ve yarım sola dönmezsek daha iyi olacak çünkü sağa sola dönmekten helak olduk, dünya uçtu gitti…

"Allah Allah İllallah, baş üryan, göğüs kalkan, dide al kan, sine püryan;
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran;
Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumuz, padişaha ayan;
Sayılmayız parmakla, tükenmeyiz kırmakla;
Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar Nur-û Nebi, Kerem-î Âli, Hacı Bektaş-ı Veli;
Dem-ü, devranına hû diyelim, hûûû."

“Hasduuur!”
''Haydi ya Allah!''



20 Nisan 2015 - www.egitimajansi.com



Ömer Orhan

22 Eylül 2015 Salı

Öğrencilerinin gözünün içine bakamayanlar…




Dünya nüfusu ve genç insan sayısı giderek artıyor. Bu anlamda eğitim modelleri de her geçen gün sorgulanıyor ve yeni yöntemler aranıyor. Ancak hâlen okul, sınıf ve öğretmenlerin içinde olduğu modeller üzerinde duruluyor. Henüz daha cesur bir yöntem kabul edilmedi. Yani okul olmayan ya da öğretmenin rol almadığı bir seçenek yok.

Daha önceki yazılarımda söz etmiştim, biz görür müyüz bilmiyorum ancak gelecekte okullar sadece çocukların sosyalleştikleri programları yürütecek, öğretim ise okul dışına, sanal dünyaya taşınacak demiştim. Bunun adımları da atılmaya başlandı. Teknolojinin gelişimine bağlı olarak bilgiye erişim, kişinin merakına ve bilgi okuryazarlığına göre geçmişe oranla çok daha kolay hâle geldi. Ürkütücü ama heyecan verici!

Gelişim ne kadar hızlı olursa olsun psikoloji, pedagoji ve iletişim konusunda eğitim almış “rehber” olacak insanlara her zaman ihtiyaç olacaktır. Çocukların meraklarını yok etmeden, onların vizyonunu genişleterek doğru adımları atmalarını sağlayacak, pozitif yaklaşımları ile onlara yardım ederek yanlarında ilerleyecek birileri gerekli. Ancak bunun adı veya yapılan işin adı “öğretmenlik” olmayacaktır.

Klasik eğitim modellerinde bile öğretmenlerin arasında büyük farklar olduğunu biliyoruz. Bunu kimse inkâr edemez. Biliyor olmakla bildiğini aktarabiliyor olmak farklı şeyler. Aktarabiliyor olmakla anlaşılabiliyor olmak da farklıdır. 

Peki, ya anlaşılabilmek yeterli mi? Hayır, yeterli değil. Bundan çok daha fazlası gerekir.

Öğretmek istediklerinizi bir ekran aracılığıyla da rahatlıkla ve birçok yöntemle kitlelere ulaştırabilirsiniz. Öğrenme bu şekilde de gerçekleşir. Ya öğrenmeyi istemek? Bu isteği harekete geçirmek, merak uyandırmak?

Amiyane bir söz var, sanırım tam yeri… “Herkes sakız çiğner ama Fatma gibi patlamaz.” derler.

Bugün ya da yarın, öğrencinin gözünün içine bakamayan biri öğretmen olmamalı, ne kendine ne de sorumlu olduğu öğrencilere bu kötülüğü yapmamalıdır. 

Lütfen öğretmenler bana kızmasın ve biraz daha yukarıdan bakmaya çalışsınlar. Günümüzde, elimden geleni yaptım ve anlattım söylemleri eskimiştir. Çocuklar çalışmıyor bahanesi de unutulmalıdır. Çalışmıyor olmaları bir gerçek olabilir ama bahane olamaz. 

Aynı zamanda bir yetişkin olan öğretmen aldığı tüm eğitimlere rağmen öğrencilerin merakını ve öğrenme isteğini harekete geçiremiyorsa, bir ergenin bunu kendiliğinden başarmasını beklemek kolaycılık olur. Elbette öğretmenin aile, okul, çevre, eğitim politikaları gibi unsurlarla desteklenmesi işini kolaylaştırır veya zorlaştırır ama her şeyi elinden almaz ya da ona sunmaz.

Eğitim öyle hafife alınacak herhangi bir meslek değildir. Öğretmenlik, başka bir iş kolunda başarılı olamayan veya başka seçenekleri kalmayanların yöneleceği “iş” olamaz.

Öğretmen, öğrencilerinin yaşamla yüzleşmelerini, onların sorumluluk almalarını, cesur ve meraklı olmalarını sağlayabilendir.

Öğretmen, her zaman öğrencilerinin gözünün içine sevgiyle bakabilendir.



13 Nisan 2015 - www.egitimajansi.com


Ömer Orhan