Geçenlerde soğuk bir havada,
kendimi Kadıköy’de bir kafeye atmıştım ki, üniversite yıllarından tanışıklığım
olan biri ile karşılaştım.
Kantinde ateşli sohbetler
yaparken yanımıza sokulan, ağzı fazla laf yapmadığı için mahcup bir şekilde
bizi dinleyen bu arkadaşı tanımakta güçlük çekmiştim. Hatırladığım o eski zayıf
ve çelimsiz hâli epeyce geride kalmıştı.
Geçen yıllar maşallah
kendisine fazlasıyla yaramıştı…
Beni masasına davet ederken
takındığı tavrında öğrenci yıllarındaki o mütevazı halinden de eser yoktu.
Oturdum… Bana, mezun olduktan sonra neler yaptığını anlatmaya başladı.
Tarih okumuş ancak
öğretmenlik zor geldiği için biraz destekle inşaat sektörüne girmiş, “Allah,
yürü ya kulum demiş!” demiş, o da ihaleler falan derken belli ki iyi yürümüş,
“yürütmüş” işini…
Üniversite yıllarında
milletin rüyalarını yorumladığım için bana “tabirci” de derlerdi. Çoğu makara
kukara uydurmalar da olsa çok eğlenirdik. Şaşırtıcı olansa bu ilim irfan
yuvasında insanların, akıl dışı sözleri duymaya ne kadar meraklı olduğuydu.
Görüşemediğimiz zaman
diliminde neler yaptığını iştahla anlattıktan sonra bir an düşüncelere daldı ve
bana dönerek “Hâlâ rüya tabiri yapıyor musun?” dedi.
Yok desem de beni hiç
dinlemeden başladı anlatmaya…
“Son zamanlarda çok sık aynı
kâbusu görüyor, karmaşık yollarda kayboluyorum. Yolların sağı solu toprağın
kustuğu muhteşem çiçeklerle kaplı. Havada, genzimi ve gözlerimi yakan ağır bir
koku… Nefes alamıyorum. Ağaçlar, toprakta mezar çukurları gibi oyuklar
bırakarak gökyüzüne yükselmiş. Kökleri yeryüzüne sarkmış, ilerlemem için bana
geçit vermiyor. Ayaklarım çıplak… Toprağın kıpırdadığını hissediyor ve güçlükle
kökleri aralayarak yere bakıyorum. Üzerleri saydam bir toprak örtüsü ile kaplı
binlerce kadın ve çocuğun yeryüzüne çıkmak için çırpındığını görüyor ve
çığlıklarını duyuyorum. Kilitlenip kalıyor ve artık yürüyemiyorum.
Ayaklarımın altında binlerce
kadın ve çocuk, havada ağır bir koku ve kararmış gökyüzünde köklerini sarkıtmış
ağaçlar arasında ben… Korkmuş, çaresiz ve ümitsiz…
Her seferinde kan ter içinde
uyanıyorum. Ne olur söyle bana, neden sürekli aynı kâbusu görüyorum.”
Bunları anlatırken bile ter
içinde kalmış, o an bile korktuğu her hâlinden anlaşılıyordu.
Üniversite yıllarında
çelimsiz, çekingen ve hatta içe kapanık o insanın bu denli zengin bir insana
dönüşürken neler yaşamış olduğunu düşündüm. Sahip olmadığı bir vücuda uygun
olmayan bir elbise giymiş gibi karşımda sırıtan bu yeni kişiliğe baktım.
Yaşadıklarının nedeni
yaşattıklarındır, dedim.
Kalktım ve kafeden çıktım.
Yağmur altında yürürken, her insanın önemli olduğunu, kenara itilmemesi
gerektiğini, terk edilen bir yaşamın bile nasıl binlerce yaşamı etkileyebileceğini,
hatta yok edebileceğini düşündüm.
10 Ocak 2015 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder