Okul hayatımız hiç unutamadığımız
anılarla doludur. En azından ben hiç unutmadım. Her yılın yüz seksen gününü
okulda geçirmeye niyetlenirdik ama hiç kısmet olmazdı... Kar tatili, bayram
tatili, önü arkası derken birleştirilen uzun mu uzun tatil günleri. Kalan
zamanda ise bir ders, bir ara sınav, bir ders, bir sınav, arada da bol bol ödev.
Ödev yapmak için de araştırma yapmak şarttı.
Şimdiki neslin pek bilmediği
kütüphane diye yerler vardı. Şanslı olanlar oturdukları ilçelerde de bulurlardı
ama maalesef içlerinde kitaba rastlanmazdı. En değerli hazine ise
ansiklopedilerdi ve öyle her eve nasip olmazdı. Hâli vakti yerinde olanlar
paraya kıyarak çocuklarına alabilirlerdi. Gerçi sonraları iki sene boyunca
sabırla gazetelerden kupon biriktirenlere bile verilmişti ama maalesef o zaman
da okuyan pek kalmamıştı.
Çok değerli ve işine âşık
öğretmenlerimiz olduğu gibi öğrenci olmanın ne demek olduğunu çoktan unutmuş
eğitimcilerimiz de vardı.
“Öğrenci merkezli eğitimin” temellerinin atıldığı yıllardı. Çünkü merkezde hep öğrenci olurdu.
Yerde dizlerin üzerine
oturulan bir eğitim sisteminden sıraya oturulan bir sisteme geçmek ve ayağa
kalkmak bir devrimdi. İkinci devrim ise sınıfın önünde ve “merkeze” en yakın
noktaya çıkartılan öğrencilere söz hakkı verilmesi olmuştu. Nedense söz hakkı,
bilenlerden çok önce bilemeyenlere verilirdi. Elbette bilemeyenlerden de bunun
intikamı alınırdı. Öğrenci “merkezli” öğretim sisteminin ilk neferleri işte bu
tahtaya kaldırılanlar olmuştu ama sisteme ve çocuklarımıza feda olsun demiştik.
Oldu mu? Evet, gerçekten feda, hatta bir nesil de heba oldu!
Çocukların performansı genelde
yüz üzerinden sıfır olarak değerlendirilir, sonrasında azarlama, hakaret ve
dayak da gelirdi. Yüksek lisansını dövüş sanatları üzerine yapanlar bile vardı.
Bu anlamda ben de iz bırakan
hocaları hep anarım! Ortaokul yıllarındaki tarih öğretmenimizi hiç unutmadım.
Otuz santimetrelik cetveli gerçek bir hükümdar edasıyla ve Fatih’in kılıcı gibi
ustalıkla kullanır ve en “merkeze” indirirdi. Hani “dayak cennetten çıkma” diye bir atasözümüz var ya, sanırım bazı
öğretmenlere önce bunu öğretiyorlardı.
O zamanlar bunu çok
düşünmüştüm, Tanrı sevdiği kullarını cennete alıyorsa ve orada da dayak varsa
demek ki bu iyi bir şeydi. Çocukluk işte…
Neyse ki mazoşist olmadan o
dönemi atlattım. Sonra hangi atanın bu sözü söylediğini araştırdım ama
bulamayınca çocukluk dönemine takılı kalan bir zorbanın bunu uydurduğunu düşündüm.
İnsanlar o zamanlarda çok “paylaşımcıydı”.
Özellikle babalar, öğretmenlerle görüştüklerinde “eti senin kemiği benim” diyerek çocuklarını teslim ederlerdi.
Sonraki yıllarda fen derslerinde insan vücudunun sadece et ve kemikten ibaret
olmadığını, sinir sisteminin de var olduğunu öğrenmiştim ama bunu hiç
söyleyemedim çünkü “su büyüğün, sus küçüğündü”, sustum…
Ders kitapları da
şimdikinden farklıydı. Sanırım beyaz renk, gözü yorduğu için olsa gerek, kitaplarda
saman kâğıdı kullanılırdı!
Bazılarımız da ders
kitaplarını “katıksız” okumaz, arasına resimli roman koyardı. Ekmek arası köfte
gibi… Kesinlikle daha besleyiciydi, okuyanların ruhu beslenirdi.
Ruh dolmuştu ama mideler
boştu. Kooperatif denen bugünkü kantinlerde en fazla gazoz, poğaça ve simit
olurdu. Okul dışında bekleyen turşucu, leblebi tozu satanlar ve helvacılar ise
bizim en önemli çeşnicimizdi.
Evet, yoksulluk vardı. Ancak
yemek dökmek, yarıda bırakılan hamburgerler, sayfası açılmadan çöpe atılan
kitaplar, iki sayfası karalanmış ama bitirilmemiş defterler, tipi beğenilmediği
için kullanılmayan kalemler, her sene yenilenen çantalarımız yoktu.
“Yerli malı yurdun malı,
herkes onu kullanmalı.” gibi sloganlarımız vardı. Zenginlikle görgüsüzlük ayırt
edilirdi… O zamanlar en pahalı meyve muz olduğu için, beslenme çantalarında yer
almaz, alamayanlara ayıp olmasın diye de okulda yenmezdi…
Değerlerimiz vardı…
Bugünkü gibi fazla sistemimiz de yoktu ama istikrarımız, sevgimiz, tutkumuz ve mutluluğumuz vardı!
29 Aralık 2014 - www.egitimajansi.com
Ömer Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder