Uygulamalı dersleri hepimiz
okul hayatımızdan iyi biliriz. Kimimiz müzik dersini kimimiz resim dersini
seçtik. Kiloları nedeniyle beden
eğitimi derslerinden kaçmaya çalışanlar da vardı, kasadan atlamak öyle çok
kolay değildi. Tüm bu derslere girip çıkarken de çoğunlukla kendimize haksızlık
ederek yeteneksiz olduğumuz kanısına vardık!
1970’li yıllarda öğrenciler
yetenekleri doğrultusunda ne kadar yönlendirildi? Kaçımız bu şansı elde etti?
Bugün durum farklı mı? Sorular çok ama yanıtlar pek doyurucu gelmeyebilir.
Ortaokul yıllarında
iş-teknik dersindeki soyut veya somut tasarımlarımızı hatırlıyorum. Yokluk ve
yoksulluk vardı ama endüstriyel tasarımlardan da geri durulmuyordu. İnadına
yaratma çabası görülmeye değerdi! Ben mutluydum çünkü severdim. Elbette
ayakları geri geri giden bir öğrenci kitlesi de vardı ama okul böyle bir yerdi.
Yeteneklerini keşfetme şansı bulduğun veya bulman gereken bir yer. Bazı
derslerin seçmeli olduğu söylenen ancak zorunlu seçtirildiği bir yer değil. Öğrencilere
sunulan ve yeteneklerini samimi olarak
sınayabilecekleri program ve okuldan söz ediyorum.
1970’li yıllara tekrar
dönersek, beslenme çantalarından yayılan yiyecek kokuları ve mandolinleri
hatırlamayan yoktur diye düşünüyorum. Ülkenin kısıtlı olanaklarına rağmen en
azından bir enstrümanla tanışmak ve sanatla ilgilenmek diye bir hedef vardı
diyebiliriz. Kent-kır ayrımı yapılmadan toplumun aydınlatılması amaçlanmış, topyekûn bir eğitim
seferberliği yaşanmıştı. Eğitim enstitülerinden yetişenlerin de çok büyük
katkıları ile halk sanatla ve edebiyatla tanışıyordu. Bir solukta okunan
kitaplar, 140 karakterin dışında düşünen, yazan ve sorgulayan bir gençlik!
Resim derslerinde her ne
kadar natürmorttan ileri gidilmese de okuduğum devlet okulunda bir resim atölyesinin
bulunması ayrıcalık gibiydi. Okul bahçesi içerisinde, tek katlı ayrı bir yapı
olan resim atölyesinde derslerimizi işlerdik. Desen çizerken arkadaşlarımızla
yaptığımız sohbetler de ayrı bir güzeldi. Şimdi düşünüyorum da her türlü
sorunumuzu dışarda bırakıp füzenle (kömür kalem) çizdiğimiz krokiler ve
desenlerin keyfini hâlâ hatırlıyorum.
Ülke, zor günler yaşarken ve
okulların yok denecek olanakları ile sanatı yaşatma çabasının ne kadar değerli
olduğunu bugün daha iyi anlıyorum. Estetik kaygının ne demek olduğunu, bakmakla
görmek arasındaki farkı ilk kez o atölyede öğrenmiştim.
Bugün haftalık 40 saatlik
ders programlarında zorla yaşatmaya çalıştığımız 1-2 saatlik sanat derslerine
ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlamak zorundayız. Bu dersleri “kayıp ders
saati” olarak gören eğitimcilerin, derhal silkelenmeleri ve kendilerine
gelmeleri gerekmektedir. Eğitim-öğretimde her şeyi ölçmeye çalışarak en ideale
ulaşma çabamızın sonuçlarını yetişen nesillerimizde görüyoruz. Anaokulunda %95
üzeri olan yaratıcılık durumu, üniversiteye ulaşıldığında %5’lere geriliyor. Bu,
elbette çoktan seçmeli sınav sistemleri ve eğitim anlayışının sonucu. Doğru
seçeneği bulabilen ama bulduğu seçenekte ne anlatılmak istendiğini, ne işe
yaradığını, bununla ne yapılabileceğini veya ne yapılamayacağını anlatamayan,
mutsuz, umutsuz, estetik kaygılardan uzak ve yeteneklerinin ne olduğunu
bilmeyen bir gençlik!
Yoğun müfredat programları
ile bombardımana tutulan öğrencilerin nereye savrulduklarını bilmeden gidip
geldikleri okullar!
Öğrenmenin gerçekleşmesi
için biraz kaygı iyidir ancak fazla kaygının bir işe yaramadığı hatta öğrenmeye
ket vurduğu da bir gerçektir. Bu anlamda sürekli akademik başarı mazereti ile
yoğunlaştırılmış ders programlarının gençlerimize ne kazandırdığını ve ne
kaybettirdiğini biliyor muyuz? En önemlisi bunu samimi olarak umursuyor muyuz? Yaşanan
her başarısızlıkta panikle yapılan benzer hatalar ve denek olarak kullanılan
çocuklarımız. Teşbihte hata olmazmış; Einstein “Aptallığın en büyük kanıtı,
aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” demiş.
Sınav sonuçlarını
incelemekten kafamızı kaldırıp çocuklarımızın yüzüne bakma zamanımız çoktan
geldi de geçti bile. Anne ve babalar çocukları için en iyisini isterken bazı
hatalar yapabilirler ancak kabul edemediğim, eğitimcilerin de aynı hataları
yapıyor olmasıdır. Bizler, eğitimciler olarak, öğrencilerimizin gözlerinin
içine bakarak yüreklerinde yanan ateşi görmeye çalışmalı, tutkularının peşinden
gitmelerini sağlamalıyız.
Eğitimciler, öğrencilere daha
ağır akademik programlar, testler, sınavlar yerine bir şeyleri merak etmenin ne
denli müthiş bir duygu olduğunu tattırmalıdır. Belki de hiç tanımadıkları,
duyguları ifade yöntemlerinin neler olduğunu, kısacık bir mısra ile ne kadar
çok şey anlatılabileceğini göstermelidirler.
Bizim zamanımızda hayat bu
kadar karmaşık değildi. Herkes her şeyi bilmezdi.
Kimse şair değildi ama platonik bir aşk için şiir yazmaktan veya bir yerlere
duyguları not almaktan da geri durulmazdı. Bizim zamanımızda daha çok test diye
bir şey yoktu ama daha çok kitap okuma diye bir şey vardı.
Bizim zamanımızda, pilot
olmayı hayal edenler çoğunluktaydı. Gökyüzüne yükselme, sonsuzluğa uzanma fikri
vardı ve hiç kimse bu hayallere ulaşılmaz gözüyle bakmazdı.
Bizim zamanımızda, çocukların
neyi başaramadığı değil neyi başardığıyla ilgilenilirdi ve bizim zamanımızda
çocukların gözünün içine sevgiyle ve hoş görüyle bakılırdı.
11 Mayıs 2014 - www.egitimajansi.com
Ömer ORHAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder