31 Mayıs 2015 Pazar

Öğrenmeyi istemek...



“İnsanların en hızlı öğrendiği zaman, kendi eylemlerinin sorumluluğunu taşıdıkları zamandır”
                                                                                                                      Peter SENGE

Düşündüğümüzde Peter SENGE’nin bu sözüne katılmamak mümkün müdür? Gelişen dünyamızda 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan sanayi devrimi ile değişim, inanılmaz bir hızla olmuştur. Bilişim teknolojisinin hayatımıza kattıkları ise tartışmasız baş döndürücüdür. Bilgiye ulaşmak artık çok daha kolaydır!  İhtiyaç duyduğunuzda, internet erişimi olan bir noktadan istenilen bilgiye ulaşmak sadece birkaç saniyedir, üstelik akılda tutulmasına da gerek yok, küçük bir bellekle elde ettiğiniz bilgiyi cebinizde/çantanızda taşıyabilirsiniz. İnternete girmişken bir gezinti yapmadan, forumlara girmeden ve sohbet programını açmadan olmaz, belki de bir müzik dinletisi bu işi yaparken hoş bile olabilir ya da ekranın köşesinde açılan tv programına arada bir göz atmak, insana iyi gelir. Buraya kadar kulağa oldukça hoş geldiğini kabul ediyorum; ancak aynı kulaklara pek hoş gelmeyeceğini düşündüğüm birkaç sorgulamam olacak.

İnternet üzerinden elde ettiğiniz bilginin bilimsel güvenilirliği nedir? Elbette güvenli olan siteler var ama bunların erişimi için çoğu zaman üyelik istenmekte ya da bilgiye ulaşım ücretlendirilmektedir. Bilgi kirliliği ise inanılmaz boyutlarda. Çoğu zaman son derece inandırıcı ve kurumsal görünen sitelerde hatalarla dolu ya da yanlış makaleler ve subjektif bilgiler bulunmakta. Kulaktan kulağa oyunu gibi bir siteden başka bir siteye aktarılan yanlış bilgiler ve her geçen gün büyüyen bir karadelik.

Güvenliği kanıtlanmamış, akıl süzgecinden geçirilmeyen ve özgün olmayan yazılar ya da başka bir deyişle kes, kopyala, yapıştır. Bunun ne anlamda yarar sağladığını düşünmek, yaratıcılığı nasıl yok ettiğini ve üretimi nasıl ortadan kaldırdığını görmek gerekir. Bu anlamda biz mi teknolojiyi kullanıyoruz yoksa teknoloji mi bizi kullanıyor?

Çok doğru bir uygulamaymış gibi kendi aralarında reklamları yapılan, öğrenciler için kurulmuş ödev siteleri bile var.  Ürkütücü! Bir insanın kendini geliştirmek, öğrenmek ve günümüz moda deyimiyle ortaya bir proje çıkartmak için teknolojiyi kullanması. Bunu sağlamak için en kısa yoldan, emek vermeden, ne kendine ne de paylaşımcılarına bir katkı sağlamadan ayrıca hiçte etik olmayan bir şekilde bilgiye ulaşmak ya da ulaştığını sanmak.
Kesinlikle ürkütücü hatta korkunç!

En kısa zamanda, sorgusuz ve kontrolsüz bize sunulan bu karmaşadan kurtulmalıyız. Teknolojinin olanaklarını gerektiği kadar ve bilimsel düşünce yapısına saygı duyarak doğru kullanmayı öğrenmeliyiz. Bir kitabın sayfalarında bilgiye erişmeyi, sözcüklerin altını çizerek bu anlam bütünlüğünü başka birisi ile paylaşmayı da hayatımızdan çıkartmamalıyız. Ayrıca bize sunulan ya da dayatılanlar arasında tercihlerimiz olduğunu, olması gerektiğini de unutmamalıyız.

Sanırım gerçek anlamda öğrenmeyi istemek ve buna ihtiyaç duymakla başlayacak her şey. Bunun için doğru bilgi kaynaklarını araştırmak, doğru referanslar almak, metodolojiyi (Yöntem-Yöntem bilim) bilmek ve bilinçli olmak. Yapılması gerekenler çok da karmaşık değil, sadece biraz ilgi ve biraz emek yeterli. İşte o zaman sanal bir mutluluk değil, yaşama bir şeyler katmanın lezzeti, erdemli bir duruş, yaratıcı ve üretken bir kişilik ortaya çıkmış olacak.

7 Haziran 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer ORHAN

29 Mayıs 2015 Cuma

Dershane okullar?..



İnsan, yönetmeyi sever. Küçük olsun, büyük olsun, toplumun her alanında yönetim vardır. İki arkadaş arasında bile karşımıza çıkabilen yönetim süreçleri ailelerde, okullarda, iş yerlerinde, mahallelerde, şehirlerde, ülkelerde hatta günümüzde dünyanın tamamının yönetilmesi anlamında bile söz konusudur. Süper güçler!

Yönetilenler, yönetenlerin istekleri doğrultusunda ve onların izin verdikleri oranlarda, kurgulanmış bir yaşam sürerler. Yaşadıkları bölge, yaşam koşulları, varlıkları, alışkanlıkları ve kültürleri neredeyse tümünün üzerinde belirleyici olur ve kalıcı izler bırakır. Birinin yaptığı, çoğu zaman diğerine enteresan gelir ve yapılan taklit edilir. Farklı düşünenler ise genelde sorgulanır ve dışlanır. 

Binlerce yıldan beri eğitimde de benzer durumlar yaşanmış ve yaşanmaktadır. Modern toplumlarda daha çoğulcu, katılımcı, bilimsel ve sorgulayıcı yöntemler tercih edilirken, az gelişmiş toplumlarda nasıl bir insan modeli oluşturulmak isteniyorsa eğitim süreçleri bu doğrultuda şekillendirilmiştir. Az gelişmiş toplumlarda daha kapalı, merkeziyetçi ve sınırların dışına çıkılmasına izin verilmeyen sistemler benimsenmiştir. Sunulanla yetinen, bunun dışında istekleri olmayan, kolay yönetilen ve “alışkanlıkları ile yaşamayı seven” bir toplum! Kısacası “Alan razı, veren razı.” durumu.

İnsanoğlunun içinde, olasılıklara karşı sürekli bir korku ve çekinme duygusu vardır veya oluşturulmuştur. Fazla seçenek, karar vermeyi güçleştiren bir unsur olarak düşünülür. İnsan, herkes nasıl davranıyorsa, ne yapıyorsa o da aynısını yaparak kendisini güvende hisseder. Her yerde en kolay, en ucuz ve en şifalı reçeteyi arar ancak çoğu zaman bulamaz.

Günümüzde eğitim sektörü de neredeyse aynı durumdadır. Öğrencilerin birçok alanda hayal ederek başarılı olması umulur. Herhangi bir tepeye tırmanmadan dağları öğrenmesi, yağmurda ıslanmadan metrekareye düşen yağış miktarlarını bilmesi, buğday başağını eline almadan tahıl ihracat durumunun istatistiğini anlaması, son teknoloji manyetik levitasyon trenlerini neyin hareket ettirdiğini görmeden mıknatıs deneylerinden sonuç çıkartması istenir.
Çocuklardan, ayrıştırılmamış “kuru” bilgiyi öğrenmesi, ezberlemesi ve çoktan seçmeli sınavlarda da hatasız işaretlemesi beklenir. İşin tuhaf tarafı da birçok öğrenci bunu başarır. Elbette başarı buysa! Ancak başarılan; yeteneklerini keşfetmekten vazgeçen, neredeyse hiç sosyalleşmeyen, sadece teorik olarak ezber yaparak senelerini buna harcayan, dört seçenekten birini en kısa sürede doğru olarak işaretlemeyi tek hedef olarak gören bir kitle yaratılmış olmasıdır. Oysa tüm sınavlar aslında bir araçtır ve bu abartılmaması gereken bir iştir. 

Amacından uzaklaşan, her konuda olduğu gibi bu anlamda da eğitimin temel amacı sadece bir üst kuruma öğrencinin yerleştirilmesi değildir. Bunun için hizmet veren kuruma bakacak olursak bu işi ne ölçüde hedeflediğimiz de belli olmaktadır: “Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi.” Yani seçip yerleştirdik mi işlem tamamdır! Gerisi, Allah kerim! Hayır, amaç sadece eleştirmek değil yani ben de olsam belki de aynı adı düşünürdüm. Ancak burada dikkat çekmeye çalıştığım nokta, asıl amaçla araçların birbirinden ayrıştırılması gerekliliğidir. 

Öğrencilerin bir üst kuruma hazırlanmalarını sağlarken bu tempoyu gözünde büyüterek vazgeçen veya yalnızca tek taraflı gören nesiller yetiştirmemeliyiz.

Bugün üretken, meraklı, yaratıcı, öğrenmeyi seven, çevresinde olan bitene ilgi duyan, entelektüel, mutlu ve iyi insanlar yetiştirmek istiyorsak amaç ve araçlarımızı ciddi anlamda gözden geçirmeliyiz.

Günümüzde, eğitimde yaşanan değişimlerle dershanelerin okula dönüşümleri ve sınavlara hazırlanmanın birinci öncelik olmaya devam edeceği anlaşılmaktadır. Hatta bunun iyiden iyiye öne çıkartılacağı da ortadadır. Zaten var olan ve daha da kuvvetlenecek algı, “sınavlara hazırlanmak” gerektiği olacaktır. İnsanlara başka seçeneklerinin olmadığının düşündürülmesi! Bu bir algı değil gerçeğimizdir diye düşündüğünüzün farkındayım ancak “gerçeklik” birçok “yanılsama” ile doldurulmuştur. Resmin bütününün görülmesi gerekir. Üzerinde konuşulan ve model üretilen; bir insanın hayatıdır. Bunu asla unutmamak gerekir.

“Eğitim öğretim” derken önce eğitim sonra öğretim kullanılmasının bir nedeni vardır ama maalesef bu zamanla unutulmuştur. Öncelik eğitime verilmelidir. Çoğu zaman sözcükler anlamlarını yitirirler. Bu nedenle eğitim ve öğretimin tanımlarına tekrar bakalım…

Türk Dil Kurumunun tanımlamasına göre eğitim: Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye. 

Öğretim: Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

Şimdi yukarıda sözü edilenleri, seçenekleri ve eğitim öğretimi hakkını vererek yapıp yapmadığımızı tekrar düşünelim. Ne için, nelerden vazgeçildiğini görmeye çalışalım.


5 Haziran 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer ORHAN

Dershanelerin okula dönüşümünde amaç sadece dönüştürmek olmamalıdır!



En son ne zaman dönüştürdük hatırlamıyorum ama herhangi bir şeyi başka bir şeye dönüştürme fikri, içinde birçok riski barındırmaktadır. Özellikle de eğitimde dönüştürme işlemini biraz daha yakından incelemek gerekir.

Bugün konuşulan, dershanelerin okula dönüştürülmesidir. Özellikle, ilçe ve şehir merkezlerinde konumlandırılmış olan yüzlerce hatta binlerce dershaneden söz ediliyor. Çoğunlukla eğitim öğretim için tasarlanmamış binalarda, üstelik birkaç adım uzağında şehrin tüm olumsuzluklarının da yaşanabileceği ortamlarda bulunan dershanelerin okula dönüştürülmesinin eğitime katkılarına çok dikkatli bakmak gerekiyor. 

Bir okulun olmazsa olmazı; bahçesi, laboratuvarları, kütüphanesi, çok amaçlı derslikleri, sanat atölyeleri ve spor alanlarıdır. Bugüne kadar standartlar bu şartlar göz önüne alınarak oluşturulmuştur. Ancak asıl amaç “dönüştürme” olunca bu standartlardan vazgeçilmiştir. Belirli bir süre için bundan vazgeçildiği ifade edilse de bu belirli sürede “okul” özelliği taşımayan binalarda öğrencilerin “eğitim” alması ne kadar uygun olacaktır?

Bununla birlikte unutulmaması gereken bir başka unsur da bunca yıl yalnızca öğretim hedeflemiş hatta bunu da sadece çoktan seçmeli sınavlara odaklanarak yapmış kurumların bundan sonra oluşturdukları bu alışkanlıklarından kurtulmaları ne kadar mümkün olacaktır?

Bugüne kadar sadece sonuç odaklı çalışmış olan dershanelerin süreç odaklı çalışmaları hiç gerçekçi görünmüyor. Unutmayalım ki dershaneler bugüne kadar sürekli sınav başarıları ile gündemde kalmışlardır. Dershanelerden öğrencilerin sadece çoktan seçmeli sınavlarda sıralamaya girmelerinin, iyi bir puan almalarının ve bir üst eğitim kurumuna yerleşmelerinin sağlanması beklenirken, okullardan beklentiler çok daha yüksektir çünkü okulların hedefleri ve sorumlulukları çok daha fazladır. Çocukların ve gençlerin sosyalleşmesi, meraklarının arttırılması, sanata ve spora ilgi duyanların desteklenmesi ve tüm bu süreçlerde yeteneklerini keşfederek sağlıklı birer birey olmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun ne kadar zor ve hayati bir görev olduğunu yaşayanlar bilir. Ayrıca bu ciddi bir kültürdür. Yani düne kadar salt sınav başarısını hedeflemiş insanlardan yarın bunun tersini beklemek iyimserlik olacaktır.

Hiç fırsat verilmeden bunun anlaşılamayacağını düşünenler olacaktır. Ancak onlara şunu da hatırlatmak isterim ki üzerlerinde deneme yapılacak olanlar bizim çocuklarımız, gençlerimiz ve geleceğimizdir. 

Bir okulun deneyim kazanması, özellikle eğitim alanında yeterliliğini göstererek bir okul kültürü oluşturması, düşünülemeyecek kadar çaba ve zaman gerektiren bir olgudur. Yani “Bir başlansın bakalım, nasıl olsa zamanla her şey yoluna girer.” mantığının beraberinde çok ciddi sorunları da getireceğini unutmamak gerekir.

Dönüşüm sürecinin hayata geçeceği kesindir. Peki, bundan sonrası için ne yapılabilir? Bu anlamda süreci yöneten Millî Eğitim Bakanlığı bürokratlarına büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Dönüşen okulların kadrolarına belirli oranlarda mutlaka okul deneyimli yönetici ve öğretmen şartı getirilebilir. Ayrıca oluşturulacak ekiplerle bu okullara ciddi anlamda rehberlik etmek, onları sık aralıklarla denetlemek gerekecektir. Belki de bunun için maarif müfettişlerinden bir ekip oluşturulması ve tüm sürecin bir merkezden izlenmesi dönüşüm sürecine katkı sağlayabilir.

Amaç sadece dönüştürmek olmamalıdır!

2 Haziran 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer ORHAN

Dershaneden okula…



Türkiye’de özel okulların oranı %3 olarak bilinmektedir. Genelde, bu oran bile oranından büyük tartışmalara konu olmuştur. Özel okulların öğrenci alım süreçleri, uyguladıkları programlar, olanakları, eğitim ücretleri ve bursları, kamuoyunda konuşulmuş ancak başarıları her zaman genel başarı içerisinde gösterilmiştir. Ayrıca, devletin üzerindeki eğitim yükünü sırtlanmaya çalıştıkları da çoğu zaman unutulmuş veya pek önemsenmemiştir.

Yabancı okullar ile birkaç vakıf okulunun dışında yok denecek kadar az olan özel okulların sayısı, 1980 sonrasında artmıştır. Her zaman kendilerini anlatmak ve birilerini ikna etmek zorunda kalan okullar, bu oransal azlıkları yüzünden de genelde öteki olarak görülmüştür.

Oysa tamamıyla “Millî Eğitim Sistemi” içerisinde yer alan bu okulların, eğitimin kalitesini yükselterek, başarılı olmaktan başka amaçları olmamıştır. Eğitimin kalitesini arttırmak ise dünyanın her yerinde pahalıya mal olmaktadır. 

Bir yandan özel okul sayıları artarken diğer yandan da sürekli değişen eğitim sistemleri ile birlikte yükseköğretime giriş, öncelikli hedef olarak görülmeye başlanmıştır. “Kapağı üniversiteye atmak” deyimi bile bir şekilde dilimize yerleşmiştir. Toplumun ihtiyaçları doğrultusunda insan yetiştirmek yerine, kontrolsüz olarak bir üniversiteye girme telaşı tüm benlikleri sarmıştır. Bu kadar arz olursa elbette bunu karşılamak isteyecek birileri de olacaktır. İşte tam bu noktada dershaneler Türkiye’nin gündemine yerleşmiştir. 

Öyledir, böyledir, gereklidir, gereksizdir derken yaklaşık 25 yılda ülkenin her köşesinde 4.000’e yakın dershane açılmış, bugün 5580 Sayılı Özel Öğretim Kurumları Yasası’nda yapılan değişiklikle dershanelerin kapatılması gündeme gelmiştir. Ancak diğer yandan da dershanelerin okula dönüşebileceğinin önü açılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı ve yapacağı düzenlemelerle bu uygulama için kolaylıklar sağlamaya çalışmaktadır. Bundan sonra dershaneler yerine her yerde küçük küçük okullar olacak ve böylece özel okul oranının %20’lere veya daha yukarılara çıkarılması sağlanacaktır. En azından şimdilik planlanan bu…

Dershanelerin okula dönüşümü için standartlar ve şartlar belirli bir süre için hafifletilecekmiş gibi anlaşılmaktadır. Bu şekilde dershaneler de 4 yıl sonra başka bir binaya geçmek koşuluyla ve alacakları teşviklerle hâlihazırda bulundukları binalarda sadece bir kademe için öğretime başlayabilecek gibi görünüyorlar. 

Buraya kadar anlaşılabilir gibi görünen yeni uygulama oldukça fazla soruyu da beraberinde getiriyor. Şartları uygun olmayan, okul olmaktan çok uzak binalarda, eğitim öğretime başlanacak olunursa, buralarda eğitim alacak çocuklar ve gençlerin 3-4 yılı ne olacak?

Bu çalışmalar sonucunda rekabet ortamının yaratılacağı, bunun da kaliteyi arttıracağı düşünülmektedir. Teorik olarak gerçekleşebilecek gibi görünen bu durumda eğitimin kalitesini arttırmak için başlatılan süreçler maalesef tersine de dönebilir. 

Yüksek rekabet ve hırs, eğitimde çok iyi yönetilmesi gereken sorumlulukları ve süreçleri de beraberinde getirir. Oysa eğitim öğretimde, rekabetten çok, özellikle paylaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. Umarım eğitim işine girenler, bu işi sadece bir işletmeci bakış açısıyla ele almazlar.

31 Mayıs 2014 - www.egitimajansi.com

Ömer ORHAN