24 Şubat 2017 Cuma

Biat-6 MÖ 2230/1 tertip. “O” artık askerdi...


Su; bolluktur, berekettir, zenginliktir, uygarlıktır…
Dünya ayağa kalkmış, Mars’ta su ararken ve gelecekte ki çok uzak değil, savaşların su yüzünden çıkacağı öngörülürken biz elimizdeki suyu yok ediyoruz. Şaka gibi ama “O” nun bu konudaki fikri belli: Su içebildiği sürece sorun yok.
Neyse yazımızın devamında Mısır’a yakın bir bölgede suyun varlığıyla gelişmiş ve birçok uygarlığın ev sahipliğini yapan Mezopotamya’da “O”nu arayalım.
Yunancada “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya, çevredeki dağlardan gelen kar sularıyla beslenen Fırat Nehri ile can bulmuş topraklardır.
Suyun toprakta yarattığı etkiyi gören ve onu işleyen halk olmuştur. Mısır’ın tersine burada halkın varlığından ve az da olsa zenginliğinden söz etmek mümkündür. Kalıntılar bize bunu söylemektedir.
Mezopotamya’da birileri bu dünya için çalışırken, tanrılara hizmet eden insanlar da olmalıydı. Oldu da… Rahipler, orada da iş başındaydı. Demek ki MÖ 3000’li yıllarda en çok kazanç ve statü sağlayan meslek din adamlığıymış ve elbette herkese nasip olmamış.
Mısır Uygarlığı’ndan yabancı olmadığımız rahipler, Mezopotamya’da da toplum düzenini sağladılar. Bana göre en çok kendi “düzenlerini” sağlamıştırlar ya, neyse… Ancak asıl gelişim zanaatkârların ve sanatçıların yenilikleriyle olmuştur.
İlk icat nedir diye sorulduğunda ilk aklımıza gelen ateşin bulunmasıdır. Peki sonra? Tekerlek mi? Bu yanlış değildir; ancak tekerleğin bulunmasına neden olan bir icat daha vardır. “Çömlek çarkı.” Evet, yanlış okumadınız, çömlek çarkı. MÖ 3400 yıllarında daha pürüzsüz çömlek yapabilmek amacıyla icat edilmiştir. Bu icatları daha sonra yazının icadı izlemiştir ki daha önce Sümerler ile ilgili bölümde açıklanmıştır. İşte tüm bu gelişmelerin yaşandığı topraklar olan Mezopotamya’da dünyanın ilk kenti Uruk tarihteki yerini almıştır. Sınırlarını çevreleyen surları, kamu binaları ve o zamana göre devasa olan tapınakları ile gerçek bir şehir!
Elbette bu gelişim devam ederek MÖ 3000 yıllarında Uruk şehrinden daha büyük Nippur, Eridu, Kiş ve Ur şehirleri ortaya çıkmıştır. Büyüme katlanarak artmış böylece şehir devletleri kurulmaya başlamıştır.
Şehir olur da yöneticisi olmaz mı? Mutlaka olmalı ve bunlar seçimle belirlenmeli! Böyle olmasını çok isterdik ama maalesef öyle olmadı. Yöneticiler güçlü, kudretli, zengin ve nüfuzlu insanlar tarafından belirlendi. Anlayacağınız 5000 yılda fazla bir şey değişmedi. “O”, o zamanlarda da iş başındaydı.
Bu gelişmelerin yaşandığı Sümer kentleri Akkadlar tarafından yakından izleniyordu. MÖ 2370’te büyük bir lider dünyaya geldi. Sargon isimli bu Akkadlı, devlet yöneticiliğinde basamakları hızlıca çıkarak, sahip olduğu hırsla kral oldu.
Hırs, insanoğlunda bulunan ve sonu gelmeyen aşırı tutkudur. Hiçbir zaman hırs sözcüğü ile az, yeterli, tamam ve uygun sözcükleri bir arada kullanılmamıştır.
O”, zengin, güçlü ve mutlu bir toplum yaratmışken içini kasıp kavuran bu hırsla İran Körfezi ve Akdeniz kıyılarını işgal ederek hükümdarlığının sınırlarını genişletti. Ancak unutulmamalı ki daha hırslı biri mutlaka çıkar! Böyle de oldu ve MÖ 2230 yılında İmparatorluk dağıldı. MÖ 2230/1 tertip…“O” artık askerdi.
Akkad kralları, vali namzetleri ile görüşerek ve anlaşmaya vardıktan sonra görev verirlermiş. Ne görüşüyorlarmış acaba? Anlaşma neymiş? Şu tarihi yazanlar bunların yanıtlarını da yazsalarmış ya…
Denetim mi? Elbette var. Koskoca “O” bunu da düşünmüş ve kurumları denetlemek için kraliyet ailesi üyelerine görev vermiş. Yani MÖ 2300 yıllarında da “işe göre adam değil adama göre iş” verilmiş.
O” maiyetindekilerle birlikte ülkeyi dolaşır, simgesel varlığı kentteki tapınaklara dikilen gerçek boyuttaki kraliyet heykelleri ile imparatorluğun dört bir köşesine taşınır. Son olarak kral, insanlık ötesi biri olarak göklere çıkar, tanrılar dünyasıyla uyrukları arasında aracılık yapar. Aralarına katılmasına izin veren tanrılar gibi o da halkın gözünde servetin, mevkiin ve güvenliğin sağlayıcısıdır.
Elbette kral ve ailesi bu kadar “büyük sorumlulukları” taşıdıklarına göre zenginliğe, hükmetmeye de hak kazanmış olurlar. Çünkü bu işleri yoluna koyacak başka birileri “yoktur”. Hatta o kadar yoktur ki kendilerinden sonra da babadan oğula geçen bir yönetim aktarımı gerçekleşir.
O güzelim verimli topraklarda canını dişine takarak çalışan köylüler ve zanaatkârlar ise bolluk ve bereketi sağlayanın kralları olduğu aldatmacasına inandırılmıştır.
Yaşasın kral!
Akkad, listemizde üçüncü sırada!
Devam edecek...
Ömer Orhan

Biat-5 “O” hiçbir “işe” yaramayan her şeydi!


Sosyolojik açıdan incelediğimizde dinin büyük bir etki yarattığı ve yönetimlerin elinde tuttuğu ciddi bir güç olduğu anlaşılmaktadır. İnsan, söylemlerin tersine neredeyse hiçbir zaman, Yaradan’ıyla baş başa bırakılmamıştır.
Mısır’ın yönetimine talip olmuş ve tüm “zorluklarına” rağmen yıllarca bu görevi yürütmüş firavunların halkla nerelerde bütünleştiğine de yakından bakmak lazım. “O”nun gücünü perçinlemek için kullandığı dinî söylemlerin düzenleyicisi rahipler, bu bağlılıklarının karşılığını da fazlasıyla almışlardır.
O”, Firavun. Tanrıların oğlu ve mirasçısı! “O”, tek ve asal. Yaşam nefesinden, yiyeceklerden, krallık içinde barış ve düzenden sorumlu.
Barış ve düzen? “O”na hizmet ederken alt tabakalar kusur etmesin, çatışmasın, hizmet kalitesini düşürmesin diye sağlanan barış ve düzendi.
Ayrıcalıkları hem dinsel hem de maddeseldi. Ne var ki görüntüsü (imajı) yönetim becerisine, başarısına ve başarısızlıklarına bağlı olarak değişebilirdi. Genel olarak en büyük dinî lider, Krallık ilkelerinin doğal savunucusu, aynı zamanda da devlet adamı ve savaşçıydı. Kısacası “O” hiçbir “işe” yaramayan her şeydi!
O”nu yaratanlar ise hiyerogliflerde “O”na hizmet ederken tasvir edilmiş birer kabartmadan ibaret olarak tarihe geçti.
Hizmetkârların içinde yer alan memurlarla ilgili olarak bazı metinlerde memurluğun avantajlarından söz edildiğine rastlanmaktadır. “Kâtip ol! Vücudu bütün gücünü yitirmiş insanlar örneğindeki gibi mum misali yanıp bitme çünkü sende çalışacak kemik yok. Uzun ve zayıfsın. Bir yük taşır veya çekersen, çökersin.” Bu anlamda memuriyet günümüzdekinden çok farklı değildi. Halkın içerisinden gelen birisi de okuyarak ve kendini geliştirerek memur olabilirdi. Yani köleliğin bir “tık” yukarısı olan memurluk o dönemlerde de orta sınıfın hedefiydi.
Ne var ki hedefini tutturmuş olsa da hiçbir zaman bir memur, firavun olamadığı gibi rahip de olamamıştır.
Mısır’da köylülerle ilgili çelişkiler bulunmaktaydı. Köylüler bir yandan tüm cenazelerde saygıyla anılmışken (tam bir “yusuf yusuf” durumu), bir yandan da tarıma bağlı bu toplumun dışında bırakılmışlardı.
Bir kâtibin yazıtında şunlar yazıyor: “Ürünlerinin yarısını yılan götürmüş, diğer yarısını da su aygırı yemiş olan köylülerin vergi bildirimi sırasındaki durumlarını hatırlamıyor musun? Tarlalar, çekirge ve fare kaynıyor. Orada küçükbaş hayvanlar otluyor ve kırlangıçlar üreticileri açlığa mahkûm ediyor. Dövülmek üzere tarlada kalan tahıllar ise yok oluyor ve hırsızları çekiyor. Hiçbir değeri yok. İki öküz tahıl dövüp saban çekmekten öldü. Kâtip kıyıya tam bu anda çıktı. Ürün bildirimlerini kaydetmek istiyordu. Yanında eli sopalı kapıcılar ve palmiye damarı taşıyan Nübyeliler vardı. “Buğdayı ver!” diye bağırdılar. Fakat buğday yoktu ki. Onlar da köylüyü öldüresiye dövdüler. Köylü sonra bağlandı ve kuyuya atıldı. Başı aşağıda daldırıldı. Karısı gözlerinin önünde bağlandı. Komşuları onları terk ettiler, kaçtılar ve buğday gitti…”
Köylülerin kaderi ile ilgili olarak çizilen bu karamsar tabloda kâtibin kendisini böylesine acımasız bir görevli olarak göstermesi ilgi çekicidir.
Öldükten sonra da yaşamın devam ettiğine inanan ve bir tarım toplumu olan Mısır’da firavunların mezar duvarlarını köylü resimleri ile süslemeleri, onları yanlarında istemeleri bir vefa mı yoksa öldükten sonra da bu köylülerin kendilerine hizmet etmeye devam etmelerini istemeleri midir? Yukarıda ki yazıttan da anlaşılacağı gibi köylüler ile üst sınıf arasında mezar duvarlarına yansıyacak ölçüde hoş bir muhabbet olmadığı görülmektedir.
Mısır’da da alt tabakadan olmak zormuş. Bütün bir hayat hizmet ettikten sonra bir de öldükten sonra hizmete devam etmek! Anlaşılıyor ki köle, köylü ve memur olmak Mısır’da da fark etmiyormuş. Elbette bir de onlarca tanrı, firavun ve tanrıların emirlerini yerine getirdiğini iddia eden rahipleri de düşündüğünüzde boyun eğilecek kişi sayısı oldukça çokmuş.
Hayat hiç adil değil! Devasa büyüklükteki tapınakları, piramitleri, sarayları hayatı pahasına inşa edenlerin ne adı geçiyor ne de izinden söz ediliyor.
Varsa yoksa “O”…
Biat listemizde, Mısır ikinci sırada!
Devam edecek…
Ömer Orhan

Biat-4 Süt banyosunun yararları…


Medeniyetlerin beşiği olmuş Mezopotamya, tarihteki “enlerin” de doğduğu topraklardır. Bu enlerin başında, günümüzde bile hâlâ aydınlatılamayan birçok gizemi de içerisinde barındıran Mısır gelir.
Bulunduğu bölgenin coğrafi özellikleri olsun, yaşanan yılların olanakları olsun, izah edilemeyen sorularıyla büyük bir uygarlıktır Mısır Uygarlığı…
Günümüz teknolojik olanakları kullanılsa bile inşa edilmesi oldukça güç olan tapınaklar, heykeller ve piramitler o gün hangi şartlarda yapılmıştır? Her ne kadar Erich Von Daniken, “Tanrıların Arabaları” adlı kitabında piramitleri, tanımlanamayan ve uzaydan gelen kişilerin inşa ettiği yönünde bir tez geliştirmiş olsa da bunun kanıtlanmadığı da bir gerçektir.
Tüm bunların biatla ne ilgisi olduğunu düşünüyorsanız buyurun yakından bakın.
Sayılar yalan söylemez. Önce neyi konuştuğumuzu bir tanımlayalım:
Keops Piramit’inin yüksekliğinin bir milyarla çarpımının Güneş’le Dünya arasındaki uzaklığı vermesi rastlantı mıdır? (93 milyon mil)
Piramidin üstünden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam eşit iki parçaya bölmesi rastlantı mıdır?
Taban alanının, yüksekliğinin iki katına bölünmesinin Pi = 3,14159 sayısını vermesi rastlantı mıdır?
Piramitte dünya ağırlığını gösteren hesapların bulunması rastlantı mıdır?
Piramidin inşa edildiği kayalık alanın büyük bir özen ve doğrulukla düzeltilmiş olması rastlantı mıdır?
Firavun Khufu’nun Keops Piramit’ini yaptırmak için neden özellikle o kayalık taraçayı seçtiğini açıklamaya yarayacak bir tek ipucu bile yoktur. Kayada doğal bir yarık olduğu ve firavunun bundan yararlandığı düşünülebilir mi? Bir açıklama da firavunun piramidin gelişmesini yazlık sarayından izlemek için orayı seçtiğini ileri sürer.
Günümüzde, hiç bir mühendis, bütün kıtaların teknik kaynakları emrine verilse bile Keops Piramit’inin bir benzerini yapamaz.
Peki, kim yapar?
Elbette sadece “O”…
2.600.000 dev blok taş ocaklarından çıkarılmış, biçimlendirilmiş, taşınmış ve yapı alanında santimetrenin binde biri gibi bir yakınlıkla birleştirilmişti. Ve ta içerlerde, duvarlar rengârenk boyanmış, resimler çizilmiş ve süslenmişti.
Bu işler rica-minnetle olmaz. İşte “O”nun kudreti...
Birkaç yüz işçi, on iki ton ağırlığındaki taş blokları, kütükler üzerinde, iplerle çekip karın tokluğuna ya da kelle korkusuna taşımışlardı.
Sıkıysa taşımasınlar -dı!
Taşıdılar da.
Firavun diye biri vardı ki akıllara zarardı. Hatta o kadar zarardı ki bizim dilimize bile “firavun gibi adam” diye yerleşti.
O” Mısır’ın güneşiydi. “Onsuz” yaşam düşünülemezdi!
Çalışkan işçilerin, olağanüstü bir çabayla, günde on parçayı üst üste koyduklarını kabul edersek, piramitteki iki buçuk milyon taşın 250.000 gün yani 664 yılda yerine yerleştirildiği ortaya çıkar. Oysa piramidin 20-30 yılda tamamlandığı ileri sürülmektedir.
Bir muamma? Bu işi ya UFO’lar ya da Firavun’un kudreti ile insanüstü güçle zavallı halk yapmak zorunda kalmıştı.
Piramitlerin inşa edilişi gizemini korurken Mısır bu şekilde nasıl büyük bir uygarlık olmuş? Bu büyümede halkın gerçek rolü ne olmuş? Bunların tümünün detaylı bir şekilde incelenmesi elbette mümkün; ancak o dönemdeki merkezî yönetim ve yöneticilerin rolünü de unutmamak gerekir. Büyüme, devasa yapıların oluşturulması ile ölçüldüğünde durum böyle ancak halkın gelişimi, refahı ve demokrasi tarafından bakıldığında ise durum aynı değil.
Kısacası saraylar, tapınaklar, devasa heykeller, süt banyoları, altına bulanmış bedenler ve daha neler neler… Kimin için?.. “O”nun için. Gerisi teferruat…
Teferruat, halk!
Halk, her devirde olduğu gibi Mısır’da da parlak dönemler yaşandığında Nil Deltası’nın onlara sunduğu bereketle ancak karnını doyuracak bir yaşam içindedir. Sınıflandırılmış toplumsal yapı içerisinde halkın yeri de yaptığı işe göre sıralanmıştır. Ancak rahipler, Amon-Ra, Anubis veya Horus gibi onlarca Mısır tanrısının işaret ettiği buyruklarını insanlara duyurarak tapınaklarda, büyük bir güç ve ihtişam içinde yaşamışlardır. Çok tanrılı bir inanç sisteminin kabul edildiği bu toplumda tanrılarla halk arasında rahiplerin rolü çok büyük olmuştur. Tanrıların mesajlarını insanlara iletenler rahiplerdir. Tanrılar, böyle aracılara ihtiyaç duyduğuna göre toplumun bunu saygıyla karşılamaktan ve buna “boyun eğmekten” başka seçimi elbette olmamıştır. Ee tabii ki tanrıların böylesine güvenini kazanmış ve rol üstlenmiş rahiplerin, Mısır’da en üst tabakalarda yer almasından daha doğal ne olabilirdi?
Anlayacağınız o ki “O”nun zevküsefa içerisinde yaşamasının da bir bedeli vardı ve bu bedeli rahiplere ödeyerek, taş taşıyan, karın tokluğuna hizmet ederken de “O”nun tebaası olma şerefine nail olan zavallı bir halk tabakası yaratılmış oluyordu.
Nasıl olur demeyin, alan razı, veren razı olunca her şey oluyor.
Bakınız; tarih, olmuşlarla doludur ve insanoğlu tekerrür ettirmeyi sever.
Devam edecek…
Ömer Orhan

Biat-3 Tabletle Öğretim ve Dayakçı Eğitim Sistemi


O”nun tableti hangi “amaç” için kullandığını bilemiyoruz ancak ilk kez Sümerler tarafından eğitimde kullanılan tableti, o zamanın yüksek teknolojik aracı olarak kabul edebiliriz. 7/24 emrinize amade… Üstelik şarj sorunu da yok.
MÖ 2000’li yıllarla kıyasladığımızda, “O”nun eğitimli olması günümüzde artık çok da gerekli değil. Gücü elinde tutmak için ne diplomaya ihtiyaç var ne de eğitimli olmaya!
Sümerlerde de eğitim zorunlu değildi. Öğrencilerin çoğu varlıklı ailelerden gelir; uzun bir eğitimin gerektirdiği parayı yoksullar karşılayamazdı. Yakın zamanlara kadar bu yalnızca bir varsayım olarak kabul edilirken, 1946 yılında Alman çivi yazısı uzmanı Nikolaus Schneider bunu kanıtladı. Çok ilginç şu Batılılar, sen kalk Almanya’dan Mezopotamya’da 4000 yıl önce yaşamış insanlarla ilgili işlerle uğraş! “Onlarda” da bir gariplik olduğu ortada…
Sümerlerin yazıyı kullanmaya başlayarak inanılmaz bir ilke imza attıkları kesin. Bilime meraklı, entelektüel bir toplum ancak kayıtlara göre sadece erkeklere özel. Yani kadının adı yok! En azından bulunan tabletlere göre durum bu.
Görece olarak gelişen uygarlık hep erkeğe hizmet etmiş. Üstelik sadece bununla da sınırlı değil, tarihte kayıtlı ilk yağcılık örneği de Sümerler zamanında karşımıza çıkıyor:
Yaklaşık olarak İÖ 2000’lerde yaşamış, adı bilinmeyen bir öğretmen tarafından yazılmış bir tablet, insan doğasının ne kadar az değiştiğini ortaya koymaktadır. Bu tablette yazanlara göre: Sümerli bir öğrenci “öğretmenden dayak yerim diye” okula geç kalmaktan çok korkar. Kalkar kalkmaz, öğle yemeğini çabucak hazırlaması için annesini sıkıştırır. Ayrıca okulda yaramazlık ederse, öğretmeninden ve yardımcısından sopa yiyeceğini bilir; bundan oldukça eminiz, çünkü dövmek fiilini Sümerce göstergesi ”sopa” ve “et” simgelerinden oluşur.
Bir başka tablette şunlar yazıyor:
Tabletlerimi ezbere okudum, öğle yemeğimi yedim, (yeni) tabletimi hazırladım, yazımı bitirdim; sonra ezberimi verdiler, öğleden sonra da yazı ödevimi verdiler. Okul bitince, eve gittim, içeri girdim, babamı oturur buldum. Babama yazı ödevimi anlattım, sonra da tabletimi ezbere okudum, babamın çok hoşuna gitti…
Sabah erkenden uyandığımda, anneme dönüp dedim ki:
Bana öğle yemeğimi ver, okula gitmek istiyorum. Annem bana iki “sandviç” verdi ve okula gittim.
Okulda sorumlu gözetmen bana, Niye geç kaldın? dedi.
Korkmuş bir hâlde, yüreğim çarparak öğretmenimin yanına gittim ve önünde eğilip saygıyla selamladım.”
Eğilmiş olsun ya da olmasın, o gün öğrenci için kötü geçmişe benziyor. Konuştuğu, ayağa kalktığı ve kapıdan çıktığı için öğretmenlerinden sopa yer. En fenası da öğretmeninin, “Yazın iyi değil” diyerek dövmesidir. Öyle görünüyor ki bu kadarı çocuğa çok fazla gelir ve babasına, öğretmenini eve davet ederek, biraz armağanla yumuşatmanın iyi bir fikir olacağını söyler -kuşkusuz bu, insanlık tarihinde kaydedilen ilk “yağcılık” örneğidir.-
Metin şöyle devam eder: “Baba, çocuğun söylediklerini dikkate aldı. Öğretmen okuldan getirildi ve eve girer girmez başköşeye oturtuldu. Öğrenci ona eşlik etti, hizmette bulundu ve tablet yazma sanatı hakkında öğrendiği her şeyi babasına bir bir saydı.”
O zaman babası öğretmene şarap ikram etti, ziyafet çekti, onu yeni giysilerle donattı, bir armağan sundu, parmağına bir yüzük taktı.”
Öğretmene gelince, öyle anlaşılıyor ki ücreti bugün bir öğretmenin aldığı kadar düşüktü; yalnız ailelerden gelen ek bir şeyleri kazancına eklediğinde mutlu oluyordu.
Al sana ilk özel ders!
Bu cömertlik karşısında yüreğinin yağı eriyen öğretmen şiirsel sözcüklerle gözü yükseklerde olan yazmanın güvenini tazeler:
Delikanlı, sözlerimi tuttuğun, kulak ardı etmediğin için yazmanlık sanatının zirvesine erişesin, hakkıyla bu sanatın üstesinden gelesin… Kardeşlerinin önderi sen olasın, arkadaşlarının başı sen olasın, öğrencilerin en yükseği sırasına yerleşesin… Okul etkinliklerini çok iyi yerine getirdin, bir bilgi adamı oldun.”
Bir kadeh şarap ve yüzükle gelen motivasyona bakar mısınız? Demek ki hangi çağ olursa olsun, bazı şeyler değişmiyor. Altın yüzük her devirde işe yarıyormuş! En azından eli sopalı ve yetersiz eğitimciler için böyle olmuş. Aradan 4000 yıl geçmiş ama eğitimde boyun eğdirmek ile şımartmak arası bir türlü bulunamamış.
Döve döve eğitim!
Öğrencilerin öğretmene,
Öğretmenlerin veliye,
Velilerin krallara biat ettikleri bir eğitim “sistemi”.
Yazıyı kullandılar diye Sümerlerin medenî şekilde yaşadığı düşünülmesin. Sınıfsal farklılık üzerine kurulan toplumsal yapı içerisinde birinci sınıfta askerler ve din adamları, ikinci sınıfta halk, üçüncü sınıfta ise köleler bulunmaktaydı. Ayrıca her kazanılan savaş sonrasında halk da kendine köle bulmakta zorluk çekmiyordu. Demek ki yazıyı bulmak, astronomi ve matematikle ilgilenmek yetmiyormuş. Gerçi tarihte ilk hukuk kurallarını da Sümerlerin ortaya koydukları söylenmektedir ama hangi hukuk?
Kimin hukuku, ne hukuku?
Sümerlerin hukuk kuralları, fidye ve bedel sistemi şeklindedir. Neden garipsediniz, günümüzde de buna benzer hukuk sistemi oluşturan devletler yok mu?
Manidar olan şu ki, yazıyı buluyorsunuz, bunu eğitimde kullanıyorsunuz ama sadece zenginleri eğitiyor ve sınıf farklılığı yaratıyorsunuz. Egemen bir sınıf yaratma çabası ile Sümerler listemizde bir numarada!
Devam edecek…
Ömer Orhan

Biat-2 Neandertallerden Sümerlere “O”nun hikâyesi…


İnsanın evrimsel yolculuğunda ilerledikçe Neandertaller ya da Homo sapiensin yaşadıkları dönemlerde O’nun varlığını sürdürdüğü düşünülebilir. Günümüz paleoantropolojisinde en çok tartışılan konulardan biri, Neandertallerin çağdaş insanla olan ilişkisidir. Neandertaller 30.000 yıl önce soyu tükenen ayrı bir tür müydü? Yoksa Homo sapiensin bir alt türü müydü? Eğer soyu tükenmiş bir tür veya insan evriminde bir yan dal değilse, Neandertaller insan geni havuzuna katkıda bulunmuş mudur? Bu durumda söylenecek tek şey, bu türün torunlarının şu an yeryüzünde yaşıyor olduğudur.
Homo sapiensin çevreye fiziki ve özellikle kültürel olarak uyarlanma kapasitesi, daha öncekilerin çok daha üzerindeydi. Örneğin, Neandertal’in ateş kullanımı o zamanlar buzlar altında olan Avrupa’da yaygındı ve yaşamsal bir önem taşıyordu. Neandertaller küçük gruplar hâlinde veya tekil aile ortamında, açıkta ya da mağarada, bir dil aracılığıyla iletişim kurarak yaşadı. Kanıtlar, Neandertallerin ölülerini gömdüklerini ve bunun törensel bir alışkanlık olduğunu gösteriyor.
Fiziksel olarak oldukça zor olan şartları düşündüğümüzde Homo sapiens ya da Neandertallerin de elbette yaslanacakları bir güce ihtiyaç duymaları normal değil mi? Aranan gerçek güç “O”. Oysa bu kadar zeki bir canlı ki zeki olmanın tanımını kendi yapıyor ve ondan başka bunu onaylayan başka bir canlı türü de bilinmiyor, neden hep birilerine ihtiyaç hissetmiş?
Neden acaba?
Birlikte yaşama içgüdüsel bir dürtü olmalı. İnsan doğduğu andan itibaren uzun bir süre yalnız kalamaz. Mutlaka onu besleyecek birine ihtiyaç duyar. Tarihte sözü edilen insan yavrularını hayvanların yetiştirmesi efsanelerde yer alan hikâyelerden ibarettir. Bu anlamda hayal gücümüzü zorladığımızda bu tez hiç yeşermemiş bir fidandır. O hâlde evrimsel süreç içerisinde de sürekli birlikte olma, bir arada kalma ihtiyacı, bu hâle gelmemizin de nedeni olabilir. Hayır, bir arada olunca da rahat durmamış ki insanoğlu. Sürekli bir araştırma, merak ve gelişim göstermiş. Daha çok kalabalıklaşmış, toplaşmış ve mıknatıs gibi birbirini çekmiş. Aslına bakacak olursanız hem çekmiş hem de itmiş. İşine geldiği gibi yani.
İnsanlık tarihinin sosyolojik yapısını incelemeye başlamak için kayıtların bulunmadığı bir dönem olan ilk çağlardan başlayınca okuyucunun ürktüğünü biliyorum; ancak endişelenmeyin birkaç bin yıl ilerleyerek sizleri Mezopotamya’ya götüreceğim.
MÖ 3200-2000 yılları arasında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler; ilk kez astronomi ile ilgilenen medeniyet olmuştur. Bununla birlikte birçok ilke imza atan Sümerler, mitoloji, dil, matematik ve tıp konularının dışında belki de uygarlığın en önemli ilkine de imza atmışlardır. Bu öyle bir ilktir ki bizi biz yapmıştır. Sihir gibi bir şey, yazı! İlk olarak kilden tabletlere yazmışlardır. İyi ki de yazmışlar, yazmışlar ki tarih kayıt altına alınmaya başlanmış ve çeşitli konularda iz bırakılmıştır.
Sümerlerde ilk yazılı belgeler Uruk adlı bir Sümer kentinde bulundu. Bunlar çoğu ekonomiyle ilgili ve yönetsel notların resim-yazıyla yazıldığı binlerce küçük kil tableti içerir. İçlerinde okuma ve alıştırma yapma amaçlı sözcük listeleri de bulunmaktadır. Bu da İÖ 3000’lerde bazı yazmanların öğretmen ve öğrenme üstüne düşünmüş olduklarını gösterir. İzleyen yüzyıllardaki ilerleme yavaştı. Ancak üçüncü bin yılın ortalarından itibaren, bütün Sümer’de yazı yazmanın resmen öğretildiği bazı okullar olmalıdır. Sümerli “Nuh”un memleketi olan kadim Şuruppak kentinde 1902-1903 yıllarında yapılan kazılarda İÖ 2500’lerden kalma çok sayıda ders kitabı çıkarıldı.
Bununla birlikte, Sümer okul sisteminin olgunlaşıp gelişmesi üçüncü binyılın ikinci yarısında oldu. Bu devre ait on binlerce kil tablet çıkarılmıştır ve daha yüz binlercesinin toprağın altında gelecek kazıları beklediğine kuşku yoktur. Tabletlerin büyük bölümü yönetsel niteliklidir; Sümer ekonomik yaşamının her aşamasını içerirler. O yıllarda bu mesleği yapan yazmanların sayısının binleri bulduğunu bu metinlerden öğreniyoruz.
Sümer okulu başlangıçta, “mesleki” diyebileceğimiz bir eğitim vermeyi amaçlıyordu yani ülkenin özellikle de tapınak ve sarayın ekonomik ve yönetsel gereksinimlerini karşılayacak yazmanlar yetiştirmek için kurulmuştu. Sümer okulları var olduğu sürece bu ana amaç olarak devam etti. Bununla birlikte, eğitimin yaygınlaşması ve gelişmesi sürecinde, özellikle de programın genişlemesiyle, okullar Sümer’de kültür ve bilim merkezleri hâline geldi. Okullarda, o zamanlarda tanrıbilim, bitkibilim, hayvanbilim, madenbilimi, coğrafya, matematik, dilbilgisi ve dilbilim eğitimi alan öğrencilerden bilim adamları, bilginler yetişti.
Dahası, günümüz bilim enstitülerinin tersine, Sümer okulları yaratıcı yazarlık diyebileceğimiz yapıtların da merkeziydi. Sümer okullarından mezun olanların çoğunun tapınak ve saray yazmanı oldukları doğruysa da, kendisini eğitim öğretime adayanlar da vardı. Sümer okulu zaman içinde dinden bağımsız bir kurum hâline geldi; eğitim programı da oldukça laik bir nitelik kazandı. Öyle görünüyor ki, öğretmenlerin maaşları öğrencilerden toplanan paralarla ödeniyordu.
Eğitim her zaman pahalıydı ve “tablet destekli eğitimi” ilk kez Sümerlerin kullandığını söylemek de yanlış olmaz sanırım. Artık “O”, tablet de kullanmaya başladı.
Devam edecek…
Ömer Orhan

Biat


İnsanoğlu topluluk, daha sonra da toplum olduktan sonra yönetme ve yönetilme durumunu da yaşamaya başlamıştır. Biraz geriye giderek yöneticiliğe bir göz atalım. 

Dünya buzul çağından çıktıktan sonra güneşin içini ısıtmasıyla birlikte kendini mağaradan dışarıya atmış ve doğayı keşfetmiştir. Avcılık ve toplayıcılıkla hayatta kalmaya çabaladığı yıllarda birlikten güç geldiğini avlanırken öğrenmiş, “ötekilerle” bir arada olmanın dayanılmaz hafifliğini hissetmiştir. Çayır çimen gelişince alternatif beslenme kaynakları yaratmaya başlayarak dengeli beslenmenin de ilk temellerini atmıştır.
Bir arada olmayı seven insan ırkı böylece toplumsallaşma/sosyalizasyon sürecini yaşamaya başlamıştır. Başına ne geleceğinden habersiz girdiği bu süreç, birçok paylaşımı, gelişmeyi ve savaşı da beraberinde getirmiştir. Bunları yaşayacağını bilseydi ilk topluluğu kurar mıydı bilinmez ama çoğu zaman yaşadığı trajedileri kendilerini yöneten yöneticilerin hırsları yüzünden yaşamıştır.
Yöneticilik, ilk yıllarda belki ne kadar da temiz duygularla başlamıştır ama o zaman da günümüzden farklı değildi. Kim bilebilir?
Bir bozkırın ortasında engebeli bir arazi ve etrafının dağlarla çevrili olduğunu düşünün. Buzul çağı tam geçmediği için dağlar karlarla kaplı. Soğuk insanın yüzünü yakarken elinde bir ağaç gövdesine bağlanan ve taştan yontulmuş bir mızrak bozması. Yanında da paylaştığı mağaradan birileri olduğunu ve iki hafta önce öldürdüğü hayvanın da tükendiğini, aç olduğunu düşünün.
- “Kalabalık olduk, bu nedenle işleri organize edecek birileri gerekiyor.” denmiştir ya da av peşinde koşarken çok daha atak olan ve öne çıkan birisi,
- “Hey sen, mamutun önüne geç!” gibi direktifler vermiştir. İnsanlar da buna bir süre sonra alışmıştır.
Uzamış saçları ve sakallarıyla dik yürümeye çalışan bu insan erkek olmalı. Başka türlüsü mümkün mü? Yoksa… Yoksa bu bir kadın olabilir mi? Öyle veya böyle bu insan, tüm direktifleri vererek insanları yönlendiriyor olmalı.
Avlanan mamut, oldukça ağır ve taşınması güç. Ancak bir sürü insan varsa onu mağaraya götürmek de sorun olmamalı, öyle değil mi? Baskın erkek, gırtlağını yırtarcasına bağırarak direktifler veriyor ve topluluğu yönlendiriyor. Artık sorun yok, koca cüssesiyle son nefesini veren mamut, insanların çekiştirmesiyle mağaraya taşınıyor. Görev tamamdır. Artık o gece aç yatılmayacak, herkes mutlu mutlu uyuyacaktır.
Avın ertesi günü karınlar doymuştur ancak yapılacak birçok iş vardır. Koca cüssesiyle mağaranın girişine taşınan mamut bir an önce derisinden ayrılmalıdır. Elbette baskın erkeğimiz yine gerekli direktifleri vermeli iş bölümü yapmalıdır. Bu oldukça dikkat isteyen önemli bir iştir. Eliyle işaret ederek, koşulsuz kendisine itaat edenler içerisinden birilerine bu görevi verir. Kendisi de ateşin başına geçerek elindeki koca et parçasını pişirerek sabah kahvaltısını yapmaya başlar. Ancak her şey onun istediği gibi gelişmez. Onun gözüne girmek isteyen birkaç kişi çoktan mamutun başında birbirine düşmüştür bile. O, mutlak gücün simgesidir ve karmaşaya izin vermez. Kontrol ondadır. Bunu herkes böyle bilmelidir. Yerinden kalkar ve itişip kakışanların yanına giderek kaslarını konuşturup birilerinin canını yakar. Sorun çözülür ve işler yoluna girer.
Yazının bundan sonraki bölümünde gücün simgesi, koşulsuz kabul gören kişiye “O” diyelim.
O, bu zor görevinin karşılığını elbette alır. Postun iyisini, en çok yemeği ve en çok kadını... Görevini yerine getirirken ona yakın olanlar da vardır. O zamanki beyin yapısını bilemem ama mutlaka bir dereceleme yapmıştır ve sanırım en çok itaat edenlerden aşağıya doğru bir sıralaması bulunmaktadır. “Adil” olması gerektiğini de fark eder ve listenin başındakilerden başlayarak yemeğin ve hayvanın postundan kalan parçaları dağıtır. İşte adalet timsali, gerçek bir lider!
Sanırım bu hikâyede yer alan mağaraya demokrasi hiç uğramamış. Tarih boyunca uğramış mı, onu da okuyucuya bırakıyorum.
Yıllar bu şekilde geçer ta ki emrindeki topluluktan birileri kendi aralarında postun ve yemeğin yeterli gelmediğini homurdanarak konuşmaya başlayana kadar. Bu aslında sonun başlangıcıdır. En çok sesi çıkan ise O’na biat edenlerin başında gelen kişidir. Bir gün mamut iskeletinden eline geçirdiği kaval kemiği ile O’nu sonsuzluğa yollayacaktır. Artık yeni lider O’dur.
Devam Edecek…
Ömer Orhan

13 Şubat 2017 Pazartesi

Eğitim-Öğretimin Geleceği?




Geleceği planlamak, geleceği düşlemekle mümkün olabilir… Bunun için de insan hayal edebilmeli.

Hayal kurabilmek, eğitim modelleri ve süreçleri ile direkt olarak ilintilidir. Kur demekle hayal de kurulmadığı gibi hayal kurmak için duygusal zekânın gelişmiş olması en azından yok edilmemiş olması da lazım. Sadece gelişmiş duygusal zekâlar, hayalin sınırlarını zorlayabilir ve bugünün deyimiyle “fütürist” yaklaşımlara yatkındır.

Fütürist, “havalı” bir sözcük! Anlamı; gelecekçi, geleceği görebilen

Genelde sözü edilen gelecek, 10 yıl ve sonrası olarak düşünülebilir. Bunu konuşanların elbette “yarın ne olacağız” kaygısı taşımamaları, plan yapma ve bunu sürdürme becerisine de sahip olmaları gerekir. Yani yarın ne yapacağını bilmeyen, tutarsız ve dayanaksız yaklaşımların sahibi kişilerden geleceği görmeleri ve kurgulamaları beklenemez.

Eğitimle ilgili geleceği kurgulamamıza bir bakalım: 

Önce mekânlar…

Dikdörtgen betonarme bir bina... 

Olabildiğince çok sınıf yerleştirebilmek için daraltılmış karanlık koridorlar, küçültülmüş yaşam alanları...

Renksiz, cansız, yazın sıcak, kışın soğuk, nefesle ısınan, havasız, manzarasız küçük pencereli sınıflar...

Sınıfın içerisinde, alabildiğince sıra, bir “akılsız” tahta, tahtanın yanında bir masa, kapaksız bir çöp kovası, belki bir de pano...

Yönlendirmeye gerek yok, uzaktan kokusunu alacağınız ve girenin de girmeyenin de pişman olduğu tuvaletler... 

Temizliği yapılamayan okul da çok var, abartılarak yapılan okul da... Ancak öğrencilerin neyin, nasıl yapıldığının hakkında fikrinin olmadığı kıymet bilmeme anlayışı da cabası.

Spor salonu olan okullar şanslı, orayı kullanabilen öğrenciler ise çok daha şanslı...

Laboratuvarların üçü bir yerde! Adı fen laboratuvarı… Deney malzemesi hak götüre, laboratuvara girmeyi başaranların deneyimi ise mikroskoba gözüne dayayıp hiçliği görmek.

Müzik dersliğinin adı var, içerisinde de patlak bir davul...

Resim dersliği, müzik dersliğini de aratır nitelikte; ayağı sendeleyen bir masa üzerinde bir örtü, onun üzerinde kırık bir vazo, kurutulmuş birkaç çiçekten ibaret bir natürmort.  Sanat dersleri azala azala kuşa dönmüş, çoktan olmuş “mort”!

Öğrenciler “temiz temiz” gezsin diye açık alanların neredeyse tamamı asfalt. Sağ olsun belediye başkanı “lütfetmiş” de döktürmüş…

Okulda en yeşil yer, duyarlı birkaç öğretmenin TEMA afişlerini astığı duvar...

Bir diğer duvarda da çocukların millî değerlerini geliştirmek için asılması “önerilen”, çoğu kendilerine de benzemeyen ve bugüne kadar kimleri motive ettiği de bilinmeyen illüstrasyon portreler,

Derslerde nefes almak mümkün olmadığından olsa gerek “teneffüs” denmiş; yani öğrenciler nefes alsın, soluklansın manasında… Adıyla özdeşleşmiş, öğrencilerin oturacak yer bulamadığı, sadece bol bol “hava aldıkları” teneffüs saatleri...

İsmi bir öyle bir böyle değiştirilen ve okullar arasında “belirli bir ortaklığı” sağlamanın dışında kazanımlarının tartışılması gereken birçok ortak ders, 

Dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak, “seçmeli” denilerek öğrenciler adına “seçilen” seçmeli dersler,

Bağlantı kurma işinin öğrencilere bırakıldığı, farklı komisyonlarca ve komisyonların birbirinden habersizce hazırladığı ders içerikleri,

Dersin hocasına sınav olarak verseniz belki de ancak orta not alabileceği derin müfredatlar,
Öğrencinin başardığından çok, başaramadığının irdelendiği ölçme sistemi, 

“Ne yaparsa yapsın, nasıl yaparsa yapsın yeter ki sınavlarda dört seçenekten birini doğru cevaplasın” değerlendirme sistemi,

Yaratıcılık sözcüğünün kullanırken bile çekinildiği, yeteneğin yok edildiği anlayışlar,

Uygunsuz davranış gösteren öğrencilerle uğraşmaktan diğer öğrencilere zaman bulamayan rehberlik servisleri,

Kâğıt üzerinde kalmış kalite politikaları,

Kişi başı yıllık geliri 50 bin doların üzerinde ve nüfusu sadece 5,5 milyon olan Finlandiya’nın eğitim-öğretim modeline bakarak kendi modelimizi, her sene bir o yana bir bu yana çevirme telaşı ve vizyonu,

Pedagojik formasyonun ne olduğunu çoktan unutmuş, birkaç saatlik eğitimle ve ücretle alınabilmesini ve kâğıt üzerinde olmasını yeterli gören bir yaklaşım,

En başarılı öğretmenin, en iyi anlatan olduğunu düşünen ve “anlatıp çıkan” bir anlayış,

Yeni eğitim-öğretim yılına başlamadan ve öğrencilerden önce tatil günlerini hesaplayan zihniyet,

Dünya sürdürülebilir olmanın değerini tartışırken, kartvizit bastıracak kadar görevde kalamayan bürokrat ve yöneticiler,

Anaokulunda hijyen, ilkokulda TEOG, lisede YGS-LYS derken çocuğunun gelişimini kaçıran anne-babalar,

Eğitim-öğretimle ve okullarla ilgili kararları, sosyal medyadan, whatsapptan öğrendiklerine göre belirleme “cesareti” gösteren, öğretmenden çok bilen, hatta “ders” verebilen veliler ve daha neler neler…

Amaç, araç olmuş.

Araç, amaç olmuş.

Değer denmiş, yok olmuş.

Okullar, bilimsel düşünce yapısının verildiği, merakın tetiklendiği, sorgulayıcı ve yaratıcılığın desteklendiği yer olmaktan çoktan çıkmış.

Samimiyetten ve sevgiden uzaklaşılmış, uzaklaştırılmış.

-mış...

Mışıl mışıl…

-mış gibi yapar hâle gelinmiş!

Steve Jobs bile bu eğitim sisteminde böyle bir okulda öğrenim görmüş olsaydı, bırakın “apple”ı geliştirmeyi sanırım elma bile çizemezdi. 

“Aynı şeyi yaparak farklı sonuç beklemek ahmaklıktır.” demiş Albert Einstein. Bu görüşe katılmayanlar da var, sözü o söylememiş diyenler de ama bence hem ona çok yakışmış hem de tam isabet.

Başka bir şey daha söylemiş Einstein: “Geleceği ayarlamanın tek yolu olabildiğiniz kadar şimdide olmaktır.”

Bizim gelecek mi?

Kısmetse gelecek…


Ömer Orhan