Meslek hayatım boyunca “çocuğum” dediğim binlerce öğrencim oldu. Şimdilerde onların da çocukları var. Anlayacağınız binlerce çocuğu ve torunu olan bir insanım ben ve onların eğitim süreçleriyle ve gelecekleriyle ilgili endişeliyim, korkuyorum. Oysa doğduğunda, gece kalkıp nefes alıyor mu diye kontrol ettiğimiz, üzerine titrediğimiz çocuklarımızı ne büyük heveslerle okula gönderiyoruz.
“Aman efendim iyi yetişsin, topluma yararlı olsun.” “Hatta mümkünse
dünyaya da değer katsın.” Ne var ki ebeveynlerin bu beklentileri zamanla
azalabilir. Okula başlarken “büyük adam olsun” temennisi lisede “adam
olsun”, liseden sonra ise “bir baltaya sap olsun” şeklinde değişebilir.
Bir insanın eğitim ve öğretim süreçleri oldukça karışık olup; özen,
düzen, bilgi, izleme, özveri, kararlılık, zaman zaman esneklik,
çoğunlukla sevgi ve saygı ile süreklilik gerektirir.
Anlayacağınız çocuklarının topluma yararlı ve iyi bir insan olması
için ebeveynlerin üzerine düşen çok görev vardır ve bu görevlerinin
başında çocuklarına sorumluluk bilinci kazandırmak gelir. Ayrıca,
çevreyi temiz tutmak, doğaya ve tüm canlılara saygı göstermek ve
mümkünse bunu sevgiyle yaparak merhametli olmak, bu görevlerden sadece
birkaçıdır.
İstisnai örnekleri mevcut olmakla birlikte, bir eğitimci olarak,
özellikle anne ve babaların, çocuklarının bu eğitim yolculuklarında
onlara iyi örnek olduklarına inanıyorum. bkz.“Armut dibine düşer.”
İnsan sevgiyi öğrenir. Sevgi “bulaşıcıdır”.
Bu anlamda çocukları sevgiyle büyütmek, küçük yaştan itibaren onların
empati kurmalarını sağlamak, ileride sevgisiz ve “kindar” olmalarını da
önleyecektir. Böylece “bal tutan parmağını yalar” demeyecek, komşusu
açken tok yatmayacak ve yüksek görevler üstlendiğinde sosyal bir devlet yaratmak için çaba harcayacaktır.
Ebeveynler, çocuklarının eğitim süreçlerinde oldukça aktif olurken
akademik öğretim süreçlerinde desteğe ihtiyaç duyarlar. Bunun için
elbette okul gereklidir. En azından günümüzde başka bir çare görünmüyor.
Çocuğun okula başlaması demek, aile bütçesinde küçümsenmeyecek bir
payın ayrılması, çoğu zaman dâhil olunamayan -ki olunduğunda işlerin
karıştığı- süreçler demektir.
Bürokratlar, yöneticiler, öğretmenler, arkadaşlar, medya, sosyal
medya ve sokak, artık çocuğun yeni eğitmenleri olacaktır. Anne ve
babalar bu karmaşanın tümünü kontrol edebilecek güce ve zamana sahip
olamadıkları için yaşadıkları ülkenin eğitim sistemine güvenerek
çocuklarının akademik süreçlerini de devletin takip edeceğine
inanır/inanmak zorundadır.
Hevesle gönderilen okullarda çocuklar, çok genel olarak “sapa” sarmal
bir sistem içerisinde bilgi bombardımanına maruz kalır. Anlatılan ve
öğrenilmesi beklenen bilgilerin çoğu yoğun, bir bölümü soyut,
güncelliğini yitirmiş ve günlük yaşama uzaktır. Sanki sadece bir sonraki
öğretim kurumu için yapılan sınavlara hazırlık olması bakımından
özellikle karmaşık hâle getirilen bir sistem kurulmuş gibidir. Oysa
yaşam bambaşka bir sistem geliştirir.
Okullarda örtüştürülmeye çalışılan bu iki sistem ise yıllardır
örtüşemiyor. Ne yapılırsa yapılsın müfredatların derinlikleri ve konular
öğrencilere ya fazla geliyor ya da hiçbirinin ilgisini çekmiyor.
Biyoloji derslerinde insan vücudu ve sağlığı konuları işleniyor ama
günümüzde sıklıkla tüketilen hazır gıdaların hangi zararlı maddeleri
içerdiği ve bunları tüketen insanların sağlığının nasıl bozulduğundan
pek söz edilmiyor.
Ülkemiz çeşitli kimyasalların ve GDO’lu ürünlerin cirit attığı
ithalat cenneti bir ülke hâline geldi. “Yerli malı, yurdun malı, herkes
onu kullanmalı.” sloganımıza ne oldu? Biz çok sevmiştik oysaki. Çok mu
demode görüldü? Kârlı mı değil? Emperyalistler mi izin vermiyor?
Türkiye’nin tahıl deposu olduğu söylemi yanında son 25 yılda 4 milyon
hektar tarım alanının yok olduğu, tohum piyasasının %70’inin
yabancıların elinde tutulduğu ve ülkeye satılan tohumdan tohum
alınamadığı, neredeyse tüm tahılları ithal ettiğimizi, meraların yok
olduğunu, ithal büyükbaş hayvanlarla yerli ırkların yok edildiğini,
hayvancılığın neredeyse bitme noktasına geldiğini kısaca tarım ve
hayvancılığımızın alarm verdiğini derslerde anlatıyor muyuz?
Bilinçsiz ve zararlı zirai ilaçlarla toprağımızın nasıl mahvolduğu ve
bunun sonuçlarının uzmanlarca bile kestirilemediğini söylüyor muyuz?
Yok edilen şeker pancarı yerine ithal edilen mısır şurubunun hangi
hastalıklara neden olduğundan, Avrupa Birliği ülkelerine giremeyen
tatlandırıcı ve zararlı koruyucu maddelerin ülkemizde ne denli
yoğunlukta kullanıldığından bahsediyor muyuz?
İşte, derslerde işlenmeyen, okullarda anlatılmayan o kadar çok şey var ki göz ardı edilen. Ne yazık!..
Bir öyle bir böyle değiştirilen sistemlerle geçen yıllar içinde
gözünün içine baktığımız çocuklarımız da çoktan büyüdü. Şimdi onlar gözümüzün içine bakıyor ama çaresizlikle!
Bu şekilde devam ederse kesinlikle korkmalıyız.
Betonla kapladığımız şehirlere hapsederek doğadan uzaklaştırdığımız
çocuklarımıza vermediğimiz “hesapları” düşünerek korkmalıyız.
Bugünü kurtarmak için onların geleceklerinden tükettiğimiz için, onlardan gizlediğimiz için, yüzleşmediğimiz için korkmalıyız.
Evet, korkuyorum.
Binlerce çocuğum ve torunumun geleceği için korkuyorum.
Eğitimde bilimsel düşünceden, akıldan, sanattan uzaklaşıldığı için korkuyorum.
Ömer Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder