3 Ocak 2016 Pazar

Kırk katır mı, kırk satır mı?




Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal; zanaatkâr, köylü, hokkabaz, asker, vezir, saraylı yani “alayı” hükümdarın kuluyken…
Astığım astık, kestiğim kestik günleri…

Dünyanın her yanında insan egemenliğinin hüküm sürdüğü, hatta bazılarının daha da “egemen” olduğu zamanlar. Bir sefahat bir sefahat sormayın gitsin!

Savaşlar, hep daha çok toprak ve ganimet için. Ganimet eşittir emek hırsızlığı. Biri yapıyorsa diğerleri için de mübah görülen karanlık çağlar.

Halka öğretilen yegâne şey, boyun eğmek…

Başta kral olmak üzere herkesin birbirinden korktuğu korku krallıkları!

Kralların danışmanlarının çoğu falcı ve büyücü…

Bilim de yasak, sanat da. 

Düşündüğünü paylaşamadığın, soru soramadığın, yardım alamadığın, geleceğinin iki dudak arasında hapis olduğu anlayışlar.

Halka çanak çömlek, asillere zar gibi porselen… “Ye kürküm ye.” devri.

Korkuların insanlara karşı kullanıldığı, sömürülmeye çok müsait inançlar… Sınıflara ayrılmış halk, resmen kabul edilmiş kölelik, en risksiz geçinme yolu ise din tüccarlığı.

Eğitim asiller için. Sıradan halkın ne okumasına gerek var ne de yazmasına. Bilmek başa bela! Çok bilenle çok konuşanın “içine giren şeytanı” çıkartmak şart! Mumla aydınlanan bu dönemde daha fazla “aydınlığa” hiç gerek görülmüyor!

Yönetimler için kaba kuvvet, barbarlık, şiddet neredeyse tek yöntem olmuş. İnsanların kaderi bile farklı o yıllarda, eceliyle ölen neredeyse yok. 

Yalan, dolan ve entrikaların çeşitli örtüler altına gizlenerek uygulandığı karanlık, çok karanlık çağlar yaşamış insanoğlu.

İyi ki kurtulmuşuz şu zifiri karanlık Orta Çağ’dan.   


Ömer Orhan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder