İnsan
bilmekten ve bildiğini konuşmaktan hoşlanır. Bilmemek, genelde bir eksiklik
olarak görülür, bunun tersini düşünenler ise zaten aşmış kişilerdir.
Bakınız
Platon...
“Bildiğim
tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”
Düşünün,
ilk kez okulu kuran adam bile ne demiş de biz nasıl anlamışız!
Hayatımızda
soruların yeri “ayrıdır”.
Öğretmenlerin
sorularına, doğru yanıt veren öğrenciler gururludur. Gerçi çoğu soru derin değil ve müfredata göre
hazırlanmış sorudur. Yani standart seviyede, günlük tekrar yapan bir öğrencinin
doğru yanıt vermesi beklenir ama olsun bilince tamamdır!
Okulda
soru sormanın da bir stili vardır. Öğretmen, soruyu sorar ve öncelikle söz
alanlara söz verir. Öğrenci doğru yanıtı verdiyse ne ala ama vermediyse doğru yanıt
veren biri bulunana kadar devam edilir. Eğer iş uzuyor ve yanıt gelmiyorsa bu
sefer de ipuçları verilerek bir an önce bu soru-cevap işinden “kurtulmaya”
bakılır.
Uzadıkça
işin tadı kaçar ki iki taraf da bundan hoşnut olmaz…
Hoca
bildiğini sorduğu gibi bilmediğinin kendisine
sorulmasından da çekinir. Bizim
eğitim sistemimizde bu anlamda genel bir korku vardır. Bu korkuya, “Ya doğru yanıt veremezsem?” fobisi diyebiliriz.
21. yüzyılda
eğitim bilimleri bu kadar gelişmişken bunu anlamak mümkün değildir. Nasıl olur
da hâlen bir fobi kalır?
Psikolojiktir,
psikolojik… Yoksa sistemde hata yoktur, sanmam.
Bu
hatasız sistem içerisinde bu kadar psikolojik durum yaşanırken takıntı olmaz
mı? Günümüzde öğrenciler için takıntı, “muhteşem
dörtlü” sınav-soru-cevap-puanlardır.
Veliler içinse sınav ve puan ikilisi kâfidir, sonuçlar hayati önem taşır ve fazla takıntı iyi değildir!
Bu
kadar sınav, puan havada uçuşursa elbette karne de olacaktır. Böylece herkesin
her işle ilgili bir karnesi olduğundan not verenlere
de not verilir!
Öğrencilerin
öğretmenlere verdikleri notlarda zayıf
alan öğretmenin pek şansı kalmaz. Öyle kurtarma sınavı, ödev hazırlama, proje
de yok. Öğrencilerin güveni sarsıldı mı, işler öğretmen için daha da zorlaşır.
Karneydi,
nottu derken gerçekliğimizden, heyecanımızdan, meraklarımızdan uzaklaşırız.
Çoğu
öğrencinin korkulu rüyası matematik konusunda ülkemizde farklı düşünceler ve uygulamalar
geliştiren fedakâr ve “akıllı”, aynı zamanda Matematik Köyü Kurucusu olan Prof.
Dr. Ali Nesin; “Beğenin ya da beğenmeyin, başkası mümkündür.” diyor.
Gerekiyorsa
yeniden başlayabilmeli, sorulardan, yanlış yapmaktan ve bilimsel metodolojiden
korkmamalı insan.
Soru
sormalı…
Dün
olan şey, bugün de olur mu? Sonuçları yarar sağlar mı? Yarar sağlarsa “birey” için mi, toplum için mi?
Dünün
doğrusu, bugünün yanlışı olabilir mi?
Bugünün
koşullarına göre, bilgiye erişim süresi göz önüne alındığında, kullanılmayacak
gereksiz bilginin beyne depolanmasına gerek var mı?
“Ben
böyle biliyorum, sen de benim bildiğimi öğreneceksin” ile yetişen öğretmenden
ve bu biçimde yetişen öğrenciden hayır gelir mi?
Böyle
gidersek daha çok bekleriz…
İnsanlığın
gelişiminin, merakı sayesinde olduğu unutulmamalıdır. Gelişimi sağlayanlar ise
her zaman dogmatik düşünce anlayışına karşı çıkan insanlar olmuştur. Olmuştur da
“olan neyse” hiç kolay olmamıştır!
Gelişim
için her zaman bir bedel ödenmiştir. Bu bedeller ülkelerin medeniyet
durumlarına göre de değişiklikler göstermiştir.
Emekleri
yok edilenler, sürgüne gönderilenler, psikolojik ya da sosyolojik baskı altına
alınanlar, sağlığından veya canından olanlar…
Soru
sormak ve merak “bu karanlık” çağlarda hep sorun olmuştur!
Sokrates,
gençleri sorgulamaya teşvik ettiği için öldürüldü.
Dünya
yuvarlıktır dediği için Galileo, ömür boyu hapse mahkûm edildi; önce kör oldu, sonra
da öldü.
Girordano
Bruno, dünyadan başka birçok
gezegenin bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin
Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da diri diri
yakılarak öldürüldü.
Leonardo
Da Vinci, dinî konulu resimlerin dışında çıplak insan vücudu resmettiği için
resimleri toplatılıp yakıldı ve kadavralar üzerinde yaptığı fizyoloji ve
anatomi çalışmaları kilisece yasaklandı.
Bilim
insanları, ressamlar, yazarlar, şairler gibi toplumun önünde olanların soruları
ve verdikleri yanıtlar cezasız kalmamıştır.
Medeniyet
bir tahammül meselesidir. Bildiklerinin dışındaki bilgiye, görgüye, deneyime,
kültüre, sorulara ve yanıtlara saygı duymak, toplumsal uzlaşı, anlaşma ve
gelişimi beraberinde getirir.
Doğru
yanıt vermek elbette önemlidir ama belki de daha önemlisi doğru soruları
sormaktır!
Meraklı
ve medeni bir toplum yaratabilmek için demagojiden uzak ve samimi yaklaşımlara
ihtiyacımız var.
Bir
soru da benden:
Özellikle
ülkemizde, çocuklarda 2 yaşında başlayan merak ve sorgulama yoğunluğu okula
başladıktan sonra neden yok oluyor?
Ömer
Orhan