23 Ocak 2016 Cumartesi

Baş belası sorular…




İnsan bilmekten ve bildiğini konuşmaktan hoşlanır. Bilmemek, genelde bir eksiklik olarak görülür, bunun tersini düşünenler ise zaten aşmış kişilerdir.

Bakınız Platon... 

“Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” 

Düşünün, ilk kez okulu kuran adam bile ne demiş de biz nasıl anlamışız!

Hayatımızda soruların yeri “ayrıdır”.

Öğretmenlerin sorularına, doğru yanıt veren öğrenciler gururludur. Gerçi çoğu soru derin değil ve müfredata göre hazırlanmış sorudur. Yani standart seviyede, günlük tekrar yapan bir öğrencinin doğru yanıt vermesi beklenir ama olsun bilince tamamdır!

Okulda soru sormanın da bir stili vardır. Öğretmen, soruyu sorar ve öncelikle söz alanlara söz verir. Öğrenci doğru yanıtı verdiyse ne ala ama vermediyse doğru yanıt veren biri bulunana kadar devam edilir. Eğer iş uzuyor ve yanıt gelmiyorsa bu sefer de ipuçları verilerek bir an önce bu soru-cevap işinden “kurtulmaya” bakılır.

Uzadıkça işin tadı kaçar ki iki taraf da bundan hoşnut olmaz…

Hoca bildiğini sorduğu gibi bilmediğinin kendisine sorulmasından da çekinir. Bizim eğitim sistemimizde bu anlamda genel bir korku vardır. Bu korkuya, “Ya doğru yanıt veremezsem?” fobisi diyebiliriz.

21. yüzyılda eğitim bilimleri bu kadar gelişmişken bunu anlamak mümkün değildir. Nasıl olur da hâlen bir fobi kalır? 

Psikolojiktir, psikolojik… Yoksa sistemde hata yoktur, sanmam.

Bu hatasız sistem içerisinde bu kadar psikolojik durum yaşanırken takıntı olmaz mı? Günümüzde öğrenciler için takıntı, “muhteşem dörtlü” sınav-soru-cevap-puanlardır.  Veliler içinse sınav ve puan ikilisi kâfidir, sonuçlar hayati önem taşır ve fazla takıntı iyi değildir!

Bu kadar sınav, puan havada uçuşursa elbette karne de olacaktır. Böylece herkesin her işle ilgili bir karnesi olduğundan not verenlere de not verilir!

Öğrencilerin öğretmenlere verdikleri notlarda zayıf alan öğretmenin pek şansı kalmaz. Öyle kurtarma sınavı, ödev hazırlama, proje de yok. Öğrencilerin güveni sarsıldı mı, işler öğretmen için daha da zorlaşır.

Karneydi, nottu derken gerçekliğimizden, heyecanımızdan, meraklarımızdan uzaklaşırız.

Çoğu öğrencinin korkulu rüyası matematik konusunda ülkemizde farklı düşünceler ve uygulamalar geliştiren fedakâr ve “akıllı”, aynı zamanda Matematik Köyü Kurucusu olan Prof. Dr. Ali Nesin; “Beğenin ya da beğenmeyin, başkası mümkündür.” diyor. 

Gerekiyorsa yeniden başlayabilmeli, sorulardan, yanlış yapmaktan ve bilimsel metodolojiden korkmamalı insan.

Soru sormalı…

Dün olan şey, bugün de olur mu? Sonuçları yarar sağlar mı? Yarar sağlarsa “birey” için mi, toplum için mi?

Dünün doğrusu, bugünün yanlışı olabilir mi?

Bugünün koşullarına göre, bilgiye erişim süresi göz önüne alındığında, kullanılmayacak gereksiz bilginin beyne depolanmasına gerek var mı?

“Ben böyle biliyorum, sen de benim bildiğimi öğreneceksin” ile yetişen öğretmenden ve bu biçimde yetişen öğrenciden hayır gelir mi?

Böyle gidersek daha çok bekleriz…

İnsanlığın gelişiminin, merakı sayesinde olduğu unutulmamalıdır. Gelişimi sağlayanlar ise her zaman dogmatik düşünce anlayışına karşı çıkan insanlar olmuştur. Olmuştur da “olan neyse” hiç kolay olmamıştır!

Gelişim için her zaman bir bedel ödenmiştir. Bu bedeller ülkelerin medeniyet durumlarına göre de değişiklikler göstermiştir.

Emekleri yok edilenler, sürgüne gönderilenler, psikolojik ya da sosyolojik baskı altına alınanlar, sağlığından veya canından olanlar…

Soru sormak ve merak “bu karanlık” çağlarda hep sorun olmuştur!

Sokrates, gençleri sorgulamaya teşvik ettiği için öldürüldü.

Dünya yuvarlıktır dediği için Galileo, ömür boyu hapse mahkûm edildi; önce kör oldu, sonra da öldü.

Girordano Bruno, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da diri diri yakılarak öldürüldü.

Leonardo Da Vinci, dinî konulu resimlerin dışında çıplak insan vücudu resmettiği için resimleri toplatılıp yakıldı ve kadavralar üzerinde yaptığı fizyoloji ve anatomi çalışmaları kilisece yasaklandı.

Bilim insanları, ressamlar, yazarlar, şairler gibi toplumun önünde olanların soruları ve verdikleri yanıtlar cezasız kalmamıştır.

Medeniyet bir tahammül meselesidir. Bildiklerinin dışındaki bilgiye, görgüye, deneyime, kültüre, sorulara ve yanıtlara saygı duymak, toplumsal uzlaşı, anlaşma ve gelişimi beraberinde getirir.

Doğru yanıt vermek elbette önemlidir ama belki de daha önemlisi doğru soruları sormaktır!
Meraklı ve medeni bir toplum yaratabilmek için demagojiden uzak ve samimi yaklaşımlara ihtiyacımız var. 

Bir soru da benden: 

Özellikle ülkemizde, çocuklarda 2 yaşında başlayan merak ve sorgulama yoğunluğu okula başladıktan sonra neden yok oluyor?


Ömer Orhan

20 Ocak 2016 Çarşamba

Eğitim… Olmuş!




Eğitim sisteminde bazı amaçlar araç, bazı araçlar da amaç olmuş.

Bakanlar bürokrasiyle uğraşmaktan eğitimle ilgili “meselelere” zaman bulamaz olmuş.

Bürokratlar yerlerine alışana kadar görev yerleri değiştirilir olmuş.

Okul yöneticileri yönetmelikleri takip etmekten “helak” olmuş.

Öğretmenler, öğrencileri unutarak müfredatı “yetiştirmeye” telaş eder olmuş.

Öğrenciler ne için okula gittiklerini çoktan unutmuş, anne babaları için okula gider olmuş.

Anne babalar, “işin” tadını kaçırır olmuş.

Küstahlık öz güven, şımarıklık ise hiperaktivite olmuş.

Okullar “teknolojik olacak” denmiş ama alınan bilgisayarlar oyun makinesi olmuş.

Öğrencilere hak etmedikleri puanları vererek, haksız kazanç sağlamayı öğretenler değil de “işini doğru” yapan kurumlar eleştirilir olmuş.

Öğrenciler, kuru ezber ve çoktan seçmeli sınavlar nedeniyle düşünmeyi unutur olmuş.

İnternet arama motorları koşulsuz referans, kes-kopyala-yapıştır ise en önemli yöntem olmuş.

Dershaneler okul, okullar dershane olmuş.

Atalarımız taşıma suyla değirmen dönmez demiş olsa da ülkenin her yanında öğrenciler taşınarak, eğitim yapılmaya çalışılır olmuş.

Mesleğe yeni başlayacak öğretmenlerin atamaları yılan hikâyesi olmuş.

Yabancı dil öğrenimi önemli denmiş, anaokullarından başlanmış ama Anadolu Liseleri Türkçe olmuş.

Okullar, yetiştirilememiş bazı velilerin çocuklarının yetiştirilmeye çalışıldığı mekânlar olmuş.

Konu komşu, bilen, bilmeyen herkes “eğitimci” olmuş.

Olmuş mu? Ol-muş!


Ömer Orhan

16 Ocak 2016 Cumartesi

Seç seç al…




Hayatta seçici olmak lazım! 

Öyle kaldırıp altına bakmak da yetmez. Neye bakacağına da “bakmalı” insan. Dolayısıyla armut seçmekle, adam seçmek aynı değil. 

Sinoplu Diyojen, Atina’da yaşadığı yıllarda, gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda dolaşırken, kendisine ne aradığını soranlara “dürüst adam” aradığını söylermiş. Diyojen, net bir mesaj vermiş ama MÖ 400’lü yıllardan bugüne kadar mesajın tam olarak alınmadığı ortada.

Seçilenin niteliği ve özellikleri çok önemli olsa da asıl seçene bakmak lazım. Herkes bildiğini bilir, bilmediğini nasıl seçer ki? Maazallah dikkat! 

Bir çobanın mühendis seçmesi beklenemeyeceği gibi bir mühendisin de çoban seçmesini beklememek gerekir. Çobanlığı küçümser ve rastgele çoban seçerse, en başarılı mühendis bile ilk günden sürüsünü kurtlara kaptırır. E elbette çobana da mühendis seçtirirseniz gerisini siz düşünün…

Aldım, verdim, ben seni yendim… 

Çocukken oyuna başlamadan önce takımları oluşturmak için adımlayarak oyuncu seçimi yapılırdı. Hatırlıyorum da o zaman bile takıma, oyunu en iyi oynayan alınırdı. Ama herkes oyunda kimlerin başarılı olacağını da bilirdi çünkü oyunu bilirdi! Yani kimse derslerinde başarılı olan birinin oyunda da başarılı olacağını düşünerek önceliği ona vermezdi.

Demek ki neymiş, isabetli seçim yapmak için öncelikle oyunu bilmek gerekirmiş.

Nefes aldığımız süreyi bir oyun olarak kabul edersek -ki siz etmeseniz de sonunda bunun bir oyun olduğunu bittiğinde anlıyorsunuz- taktikler aynı.

Öğrenme şekilleri, ortamlar, olanaklar, bu olanakları değerlendirme şekilleri, aile yapıları, psikolojileri, gen yapıları, yaşanmışlıklar herkes için farklıdır. Bu ve daha fazlası farklar nedeniyle insanlar da farklı gelişirler. 

Farklılıklar birer “renk” olarak görüldüğünde uyum, düzen, başarı da yakalanır. İşte bu nedenle hangi rengin nerede kullanılacağını bilmek gerekir. Bu anlamda seçimler ve seçenler çok daha önemli hâle gelir.

Benden size tavsiye seçilenden önce seçeni doğru seçmelisiniz.

Dayatılanlardan ve yaratılan illüzyonlardan uzak durmalı insan. Bir başka seçenek olduğunu asla unutmadan… Aldanmadan... Bazen yüreğiyle, bazen de aklı ve mantığıyla seçmeli. Ama bunları birbirine karıştırmamaya çalışmalı. Mutlak doğrusu yok ama genelde biri diğerinin önüne geçmemeli.

Evet, insan, seçimlerinin farkında olmalı ve nasıl seçeceğini bilmeli. 

Eş, iş, arkadaştan televizyon programlarına, gazetelerden onların haberlerine kadar çevremizde bize sunulan, sunulmayan her şeyi seçmeli insan. Seçmeden önce de sormalı. Önce kendine, sonra ihtiyaç hissediyorsa fikir alabileceği kişilere. Bol bol soru sormalı.

Seçmek zordur deseler de bu da görecedir. Erkekler bir solukta, kadınlar beş yüz solukta seçemezler. Hatta seçseler bile sonrasında emin olamazlar! Bazen de öyle bir inadına emin olurlar ki değiştirmek isteyenin vay hâline!

Seçimlerimiz önemlidir. O kadar ki seçimlerimiz başka insanların da yaşamını etkiler. Ambalajına, sözüne, kıyafetine, alımına, çalımına aldanmamak lazımdır. Hadi sen “yanacaksın buna razısın bari başkalarını yakma”.

Seçmek imza atmak gibidir; ya seni yansıtacak bir imza atarsın ya da parmak basarsın. Tercih senindir! Her insan kendine yakıştırdığı itibarı görür ve tercihlerinin sonuçlarına katlanır.

Unutmayalım, dış görünüşü muhteşem olan günümüz meyvelerinin çoğunun genleri bozuk ve içi boştur! Artık dışı yamru yumru ama lezzeti olan “doğal” ürünler tercih edilmektedir.
Seçimler önemlidir! 

Hayat organiktir. 

Seç seç al!


Ömer Orhan