Hey gidi günler hey…
Bizim zamanımızda sadece
devlet üniversiteleri vardı; ya girecektin ya da girecektin! Başka şansın
olmazdı. Çok parası olanlardan yurt dışına gidenleri de duyardık ama sadece o kadar.
Rehberlik mi? O da ne demekti!
Hak getire…
Dışarıda kalmamak için bir
yere “kapağı atmak” marifetti. Sonra
mı? Sonrası Allah kerîm ama kerimin kuyusu derin ve çıkmak kolay değildi. Tek
basamak, çift basamak ve nihayetinde -günümüzde- çok basamak yapılan sınavlarla
yükseköğretim adayları başarılarına/başarısızlıklarına göre sıralanırdı.
Yükseköğretim tercih
kılavuzunda yazılı olan yerlerin isminin etkisine, konu komşunun dediğine,
akrabaların, arkadaşların söylediklerine göre bölümlere yerleşenler “şanslı” insanlar olurdu. Üniversitenin ilk
yılı rehavet, ikinci yılı ciddiyet, üçüncü yılı anlamlandırma, dördüncü yılı ise gerçeklik ile kendini alanına adapte etmekle geçerdi.
Gençler yeteneklerinin neler
olduğunu, daha çok üniversite yıllarında keşfettikleri için okudukları
bölümlerin kendilerine uygun olup olmadığını bu yıllarda fark ederdi. Fark
ederdi etmesine ama aldığı eğitim kendisine uygun olsa bile iş bulabilir miydi?
Bu başlı başına şanstı… Çoğunluk alanı dışında bir işe girer ve hayata tutunmaya
çalışırdı. İdealistlikle yaşam gerçekliği hiç örtüşmezdi. Ya paran olacaktı ya
da tanıdıkların. Diplomadan çok “hamilikart
yakınımdır” iş görürdü!
Yükseköğretim son derece
ciddiye alınır, sınavları titizlikle hazırlanırdı. Üniversite öğretim
kadrolarında görev almak ise zor bir süreç olurdu. Özel üniversite açmak
neredeyse imkânsız olduğu için seçenekler devletin sundukları ile sınırlı
kalırdı.
Aradan 30 yıl geçti ve yasa
değiştirilerek vakıf üniversitesi (özel üniversite) açabilmenin de önü açıldı. Hatta öyle bir
noktaya gelindi ki şehirlerin her yanı üniversitelerle doldu. Binalar çoğalmış
ve kontenjanlar da artmıştı ancak açılan özel üniversiteler, öğretim elemanı
ihtiyaçları için ilk etapta devlet üniversitelerini kaynak olarak görmüştü.
Sunulan maddi ve diğer olanaklarla öğretim görevlilerinin tercihleri yeni
oluşuma “destek” şeklinde gelişti.
Ne var ki insan kolay yetişmiyor, “insan yetiştirmek” çok zaman ve emek
istiyordu. Ancak her şeye rağmen hedefe ulaşılmıştı ve özel üniversiteler
rekabet edilmesi gereken öğretim kurumları olmaya başlamıştı. Sundukları
olanaklarla da son 10 yıl içerisinde iyiden iyiye geliştiler.
Yaşadığı ilin dışında öğrenim
görmek zorunda kalan bir öğrencinin, aylık masrafı yaklaşık olarak 1500 TL’den
başlıyor olunca, insanlar dişinden tırnağından artırarak çocuklarını
bulundukları illerde varsa özel üniversitelerde okutmaya başladılar.
Ezber
bozuldu!
Böylece, devlet üniversitesi
kazanabilecek durumda olan birçok öğrenci, burslu ya da ücretli olarak özel
üniversitelere yönelmeye başladı. Köprünün altından çok su aktı, durumlar artık
iyice değişti.
Bilim ve sanat, insanların
kendilerini özgür hissettikleri ortamlarda gelişir. Özgürlük ise ekonomik,
yönetsel ve sosyolojik anlamda irdelenmelidir. Bu anlamda devlet
üniversiteleri, özel üniversiteler ile rekabet edecek durumda olmalıdır. Hatta
devletin gücü ve kararlılığı eğitime yaptığı, yapacağı yatırımlara
yansımalıdır. Aksi takdirde daha esnek yapıları ve olanakları ile öne çıkan
okulların tercih edilme oranları da artacaktır.
Fazla değil, bundan on yıl
önce, liseye çocuklarını yazdıracakların ilk sorusu “okulun başarısı nedir?”
olurdu. Görece olarak doğru olsa da soru bence her zaman yanlıştı. Başarı,
çocukların başarısıydı ve bireysel başarıların tümü okula mal edilirdi. Hatta
okullar bile değil, çocukların gittikleri dershaneler bu başarılardan
“faydalanırdı”.
%1’lik dilimden çocukların
okuduğu okulların başarısı ile sınavlarda %50 ve altında başarı göstermiş
öğrencilerin gittikleri okullar hep aynı kefeye konarak kıyaslanırdı. Okulların
nasıl katma değer yarattığına pek bakılmazdı çünkü bunu ölçecek bir araç yoktu.
Varsa yoksa sınav başarıları…
Son yıllarda liseye değil de
anaokullarına çocuklarını yazdıracaklar, “liselerinin başarısını” sorguluyorlar.
Şaka gibi!
Öyle ya da böyle toplumumuzda
üniversiteye “yerleşmek” önemini hep korumuştur. Üniversiteye girmek için
oluşan bu büyük iştah, girdikten sonra giderek azalsa da bizim ülkemizde
üniversitede okumak hep önemli olmuştur. Hangi bölümde okuduğun ile okuduğun
bölümün sana uyup uymadığı, kaç sene okuduğun ve ortalamanın kaç olduğundan çok,
üniversitene bakılır(dı). Şimdilerde bilinç değişmeye, bu illüzyon bozulmaya
başlamıştır.
Tam anlamıyla sağlanmamış olsa
da artık gençler kendilerine daha uygun bölümler seçerek çoğunlukla
yeteneklerine göre bu bölümlere yönelmektedir. Doğru olan budur! İnsan, mutlu
olacağı işe sahip olmalıdır ve illa yükseköğretime devam edecekse eğitimini de
bu doğrultuda almalıdır.
Demek
ki neymiş? Mutlu ve başarılı bir yaşamın sırrı, kapağı rastgele bir
yerlere atmak değil, herkesin kendi kapağına göre tencere bulmasıymış.
Kapak atmaya çalışanlara
duyurulur…
Ömer ORHAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder