“Akıllı
düşünene kadar deli dereyi (suyu, köprüyü) geçer.” diye bir atasözümüz var. Kişinin
cesaretini tetikleyen ve işe koyulmasını teşvik eden bir söz. Kim söylemiş,
kime söylemiş bilmiyoruz; ancak atılgan olmayı, öne çıkmayı, işe başlamayı ve
işi bitirmeyi öneren ziyadesiyle
abartılı bir söz. Bir yanıyla olumlu algı yaratsa da aklı ikinci planda
tutan bir önermesi var.
İyi
de derede boğulan delilerin
akıbetiyle ilgili bir istatistik yok! Kaç kişi bu “akılla” dereye girmiş ve
kaçı dereden karşıya geçebilmiş belli değil. Peki, bunu sorgulayan var mı? Yok!
Ne
hikmetse bu coğrafyada ekilen tohum bu, yani uyanık ol! Batı’da kullanılan bir başka deyişle: “Fırsatları
değerlendir, problemleri sonra düşünürsün.” Garbın şarkla buluştuğu kurnazlık
düzlemi.
Belki
oransal olarak buralarda daha fazla ama dünyanın diğer bölgelerinde de benzer
davranış biçimleri var. Cornell Üniversitesinden iki psikolog, Justin Kruger ve
David Dunning’in 1999 yılında yayınladıkları bilimsel araştırmaya göre cahil
cesaretli kişiler, bilgisiz ve becerisiz oldukları konuda kendilerini uzman
gösterebilirler. Kruger ve Dunning’e göre bu kişilerin hayali (sanrılı) üstünlük hissine, algılamada yanlılık eğilimi veya
"Dunning-Kruger Etkisi” ya da "Dunning-Kruger
Sendromu” adı veriliyor. Meraklıları bu sendromun detaylarını internette
yapacakları basit bir araştırma ile bulabilirler. Ama bizdeki amiyane tabiri
ile “hem kel hem fodul”un bilimsel literatüre girmiş hâli diyebiliriz.
Dünyanın
her tarafında bu tip insanlara rastlamak mümkün olsa da sanırım bizdeki
popülasyon her geçen gün artıyor. Söylemle erdem arasında ciddi bir çelişki
yaşanıyor. Alçak gönüllü olan, basiretsiz, beceriksiz; bilmese de öne çıkan,
atılan hatta patavatsızlık yapan ise girişken ve becerikli kabul edilir oldu.
Oysa
MÖ 469-399 yılları arasında yaşamış ve bilgeliğiyle tarihe geçmiş Sokrates
neler demiş:
“Sorgulanmamış
bir hayat, yaşanmaya değer değildir.”
“Bildiğim
tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”
“Gerçek
bilgi hiçbir şey bilmediğini bilmektir.”
Günümüz
iş hayatında ast-üst ilişkilerinde fazla alçak gönüllülük, üstlerce tutku eksikliği olarak kabul ediliyor.
Yani performans değerlendirme içinde mücadeleci ve “agresif/yırtıcı” olmak, ne
hikmetse bir anlamda olumlu görülüyor. Bilgi, akıl, yol yordam, usul, adap
“out”, iş bitirmek “in”. Artık ego her yerde! İşin kalitesi veya sonu
düşünülmez oldu.
Mütevazı
davrananların pısırık olarak görüldüğü bir hayatı yaşıyoruz. Ahlakmış, etikmiş
hak getire… Emekmiş, alın teriymiş, nezaketmiş, zarafetmiş safsata… Her yol mübah
kültürü oluşmaya başladı. Yazık!
Bu
davranış biçiminin kabulü ve destek görmesi, toplumsal yozlaşmaya neden olur.
Bu anlayışa göre çalışan, enayi görülmeye, birilerinin sırtından geçinen ise itibarlı
kabul edilmeye başlar.
Bu
anlamda eğitimcilere her zamankinden çok daha büyük görevler düşüyor.
Unutmayalım, davranışlar bulaşıcıdır. Erdemli olmayı, emeğe saygıyı, evrensel
değerleri yaşamayı ve yaşatmayı son nefese kadar savunmaya devam! Ahlaksızlık,
zorbalık, kabalık, cehalet, aşağılamak, ötekileştirmek, getirisi ne olursa
olsun bir seçenek olamaz.
Yazıyı
Sokrates’in öğrencisi Platon’la bitirelim. MÖ 450’lerde ne demiş Platon: “Ahlak ve üçkâğıtçılık, terazinin iki ayrı kefesinde yer alır; biri çıkarsa diğeri
iner.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder