“Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı,
bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan
incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın
kapısına bir yabancı geldi.
Yabancı, kapıda öylece durdu ve bekledi. Sezgisel
buluşmaya inanıldığından kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerideki
Budist, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz iletişim
başladı.
Gelen yabancının tapınağa girmek ve burada
kalmak istediğini anlayan Budist, bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı
kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı
bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyu taşırmadan üstünde
yüzüyordu. Budist, saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.”
Hayallerle
süslenen hikâyelerle büyümek ne güzeldir. Ne güzeldir kendi gerçekliğinin
içinde kahramanlarının olması ya da bir kahraman olmak düşlerinde.
Bedellerle
dolu bir yaşamın bedelsiz öğretileridir hikâyeler. Kimi gerçek yaşamlardan
alınmış, kimi yazarının kurduğu gerçeklik tadında.
Hikâye
denilince aklımıza çocuk hikâyeleri gelse de hikâyeler her yaş için var.
Bunların çoğu yaşanmışlıklarla ilgili. Mutlu, hüzünlü, kederli, korkulu,
sanrılı, heyecanlı… Tüm duygulara seslenen ve dinlendikçe beslenen hikâyeleri
biliyoruz. Bunların hepsi insana dair.
Bazen
en yılgın olduğumuzda canlandıran, bazen en “kudurmuş” olduğumuzda bizi sakinleştiren,
tılsımlı anlatımlardır hikâyeler. Hiçbir şeye bu denli can kulağı olunmaz belki
de. Duvarlara, kil tabletlere, parşömene, papirüse veya kâğıtlara yazılmış
olsun hepsi aynı heyecanla okunmuş, anlatılmış ve paylaşılmıştır. Tarih boyunca
insanlık hikâyeleri de sevmiştir, hikâyecileri de… Arada bir masalla
karıştırılsa da siz anladınız eminim. Varoluşun kendisidir aslında, şarap
gibidir, yıllandıkça olgunlaşır. Hikâyesi olmayan ise yaşamamıştır aslında.
Kapitalizm,
hikâyeleri de yok etti artık. Aynı şeyleri yiyor, aynı şeyleri giyiyor, aynı
şeyleri izliyoruz. Vaatlerle bize sunulan
aynı hayatları yaşarken, farklıymışız
gibi yapıyoruz üstelik.
Bir
mucize olan yaşamı, sıradan hâle getirmek için koşturup duruyoruz. Bir
başkasının sıradanlığını hedefliyor; mutluluğu ise elde ettiğimiz maddi şeylerde
ve statüde arıyoruz. Öğretilmiş ve bitmek bilmeyen bir açlığın esiri olmuşuz. Daha
çok ekonomik gücü yüksek kişilerde görülen ve satın alma, pişmanlık ve mutlu
olmak için sonrasında tekrar satın alma şeklinde kendini gösteren alışveriş
hastalığı (kompulsif satın alma) ne yazık ki artık ekonomik gücü yüksek olmayan
kişilere de yayılmış durumda. Satın alarak sahip olduklarımızla kısa süreli duygusal
doyum sağlayarak alışkanlıklarımızı
değiştiriyoruz… İhtiyacı olmadığını tüketirken doğayı yok eden bizler,
ihtiyacı dışında tüketmeyen diğer canlılardan akıllı olduğumuzu düşünmekten de geri
durmuyoruz.
İnsan,
biriktirdiği anılarıyla yaşıyor ama ne yazık ki biz satın alma telaşına düşünce
anı toplamayı unuttuk.
Yenilerle
renkleneceğini düşünürken, hayatımızı renklendirmiş olanları unuttuk.
Sessizliği
dinlemeyi, yosun kokusunu, yağmurda ıslanmayı unuttuk.
Yılların eskitemediği paltomuza kavuşacak olmanın sıcaklığının yanında onunla yaşadığımız birçok
anıyı hissetmeyi unuttuk.
Dolmakalem
kullanmayı, onu her elimize aldığımızda sevgiliye yazdığımız en ateşli
mektupların sırdaşı olduğunu unuttuk.
Hikâyesi
olan tüm sahip olduklarımızı, yaşanmışlıkları ve belki de yaşamayı unuttuk.
Ve
şimdi keyifle incelemeye fırsat bulamadan, marifet sayılan bir hızı yaşıyoruz.
Fast food, fast track, fastpay… Oysa hız; refleks gerektirdiği kadar görebilme,
inceleyebilme, düşünme becerisi ve idrak etmeyi azaltır. Bir araçla 200 km
süratle giderken dağların muhteşemliği, gün batımının doyumsuz lezzeti, bir
sincabın koşarak ağaca tırmanışı görülmez, görülse de tadına varılmaz.
Bugün
hayatımızdan çıkarttığımız, bir nevi kullanıp attığımız daha çok şeyimiz olsa
da artık hikâyelerimiz yok… Birilerinin tanımladığı
başarı ve başarısızlıkların içinde hayatın anlamını ararken değerlerimizi de değiştirdik.
Herkes kendi tercihlerini yaşıyor ve kendi izlerini bırakıyor ama eğitimde
başarı sorgulanırken tüm detaylara bu açıdan bakılmalı. Derslerin, konuların ve
anlatıcısının yani öğretmenin de mutlaka bir
hikâyesi olmalı… Tekdüze anlatılanların işe yaramadığı ortada… Eğitimde sadece
sonuç odaklı ve aşırı pragmatist yaklaşımdan biraz daha uzaklaşarak daha çok
duygulara, romantizme, sanata ve felsefeye yönelmek gerek.
İlham
olacak hikâyelerin çoğalması ve yaşatılması dileğiyle…
Ömer
Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder