16 Ocak 2020 Perşembe

Dürtülerle dürtülerek yaşamak…


Beslenmek, dinlenmek ve üremek, diğer canlılarda olduğu gibi insanlar için de temel ihtiyaçtır. Ancak sadece insanlar “ihtiyaç” durumunu abartır. 

Beyin, ihtiyaçları karşılamak için insanı “dürter”. Dürtülen de, hâsıl olan ihtiyacı karşılamak için harekete geçer. İhtiyaçların karşılanması ise iki şekilde önem taşır. Birincisi biyolojik, ikincisi ise beynin yarattığı psikolojik boşluğun doldurulmasıdır. Yemek yenmediğinde, su içilmediğinde, organlar çalışamaz ve enerji kaybı birçok soruna neden olacağı için uzun süre hayatta kalmak mümkün değildir. Herkes hayatta kalmak için sadece yemek ve içmek önemlidir diye düşünse de boşaltım yapılmazsa da yaşamak mümkün değildir. Bunun ne tür zorlukları olduğunu bir düşünün bakalım… Aslına bakacak olursanız “almak ve vermek” yaşamsal bir dengedir. Sürekli yiyemezsiniz ve sürekli uyuyamazsınız…

Hayatta kalmak için gerekli olan ihtiyaçlar ekosistem içindeki tüm canlılar için aynıyken, farklı ihtiyaçları da temel ihtiyaç olarak görmek ve bunların sayısını arttırmak sadece insana mahsus bir şey. Kimine göre giyinmek yeterliyken kimine göre modaya uygun giyinmek zorunlu! Hiç et yemeyen de var, et yemeden yaşayamayacağını düşünün de... Televizyon izlemeyen de var, televizyonsuz “yapamayan” da... Kumar oynamayı bilmeyen de var, 24 saatini kumarhanede geçiren de... Telefonu gerektiği kadar kullanan da var, elinden düşürmeyen de... Beynini kullanan da var, beyni olduğunu unutan da…

Şu bir gerçek ki insanoğlunun yaşamındaki gelişmeler, onun temel ihtiyaçlarının sayısını da arttırmış görünüyor. Bugün her türlü ürün ve hizmet çok çabuk kabul görüp ihtiyaç hâline getirildi. İnsan hayatındaki “olmazsa olmaz”ların sayısı her geçen gün arttı. Kapitalizm, beraberinde ürün pazarlama ve reklamı hayatın içine yerleştirdi. Cips yemeden, bilmem ne içmeden, pırlanta yüzük almadan, yemek sipariş etmeden, maç seyretmeden hayatı sürdürmenin mümkün olmadığı algısı yaratılarak, insanların bilinçaltındaki temel ihtiyaç listesi kabartıldı. Artık hiç kullanılmadığı hâlde bir sürü gereksiz fonksiyonlu cihazlara para ödeniyor. İhtiyaç olmamasına rağmen sadece sahip olma isteğiyle alışveriş yapılıyor. Beyinlere yerleştirilen ve bilinçaltında -arka planda- çalışan “virüsler” nedeniyle insanlar bilinç seviyesinde sorgulama yapmıyor. Maalesef her geçen gün bilinç geri planda kalırken, artık milyarlarca insanı alışkanlıkları ve dürtüleri yönetiyor

Oysa gelişimine bakacak olursak, bebekken ihtiyaçları için ağlayan, sızlanan insan, büyüdükçe dürtüleriyle baş etmeyi öğrenir, öğrenmesi beklenir. Yani 20 yaşında birisi karnı acıktığında hâlâ ağlayarak yemek istiyorsa onda ciddi bir davranış bozukluğu var demektir. Bir anlamda insan, bebekliğinde dürtülerini ısrarcı bir şekilde dile getirirken, erişkinliğe ulaştıkça kendini kontrol etmeyi başarır. Yani her dürtüldüğü anda ağlamamayı, sızlanmamayı, sabretmeyi öğrenir. Dürtüleri kontrol edebilmek, ihtiyaçlarını sıralayabilmek ve yeterince gidermek, bir anlamda uygarlık göstergesi ve hayat becerisidir.

Temel ihtiyaç listesi kabartılan insan, bilincini yitirmiş, dürtülerinin esiri olmuş! Yarattığı sanal bir gerçeklik içinde dürtüle dürtüle yaşarken, ne yazık ki hem kendi hem de dünyanın sonunu hazırlıyor.

Ömer Orhan

Boyacı küpü!


Renk insan yaşamı için önemlidir. Duvar boyayan da vardır, düşlerini boyayan da… Boya kadar, boyayanın özeni ve becerisi de renklerle öyle hayat bulur ki “boyamak” çok daha önemli hâle gelir. Bu nedenle boyarken estetik kaygılar taşıyan ve benzersiz eserler ortaya çıkarana sanatçı diyoruz. Herkesin sanatçı olmasını, estetik kaygılar taşıyarak eser ortaya çıkartmasını isteyemeyiz; ancak her zaman işini en doğru şekilde yapmasını bekleriz.

Bu anlamda mesleğine ve kendine saygısı olanlar, işini özenle yapmaya çalışır. Her zaman en önemli denetleyicisi kendisidir çünkü bu tür insanların başında birinin durmasına, onu denetlemesine gerek yoktur. Hiçbir yaptırım veya denetim, kendine olan saygının üzerinde değildir. İşini tutkuyla yapan insan, kolaycılığa yeltenmez. Kopyacılığı tercih etmez. O, her zaman kendini kendine kanıtlamanın ve geliştirmenin telaşındadır. Çoğu zaman idealleri ve hayalleri, her türlü kazancın da üstündedir. 

Herkes bu bilinçte değildir ama tüm meslek gruplarında mutlaka bu tür insanlar “belli oranda” da olsa vardır. Onların mesleğe kattığı değerden diğer meslektaşları da yararlanır ki çoğu zaman bu yararlanma, değer katandan daha fazladır. 

Dünya, sanayileşme, teknolojik atılımlar ve kapitalizmin yarattığı illüzyonla kontrolden çıkmışa benziyor. 50 yıl önceki değerlerin yerini şu an nelerin aldığı belli değil. Son derece hızlı bir tüketim ve buna karşın mübah görülen bir üretim modeli yaratılmış durumda. Bu hızlı tüketimi karşılamak için “mazur” görülen niteliksiz, kalitesiz ve sağlıksız ürünler, maalesef yine bu “mübah kültürü”nün çıktısı durumunda. Artık ne eski anlayış ne de sözün senet kabul edildiği günler kaldı.

Eskiden üreten kendine ve insanlara saygı ile mesleki ahlak nedeniyle emeğinin ve işinin arkasında dururdu. İşin yalapşap yapılamayacağının altını çizmek için “Boyacı küpü değil ki hemen batırıp çıkarasın.” denilirdi. Yapılacak işin emek ve zaman gerektirdiği, ince bir gönderimle ifade edilirdi. Yani lafın kısası, eskiden hata yapıldığında yüz kızarırdı. Şimdi yüzü kızaranlara yetersiz, beceriksiz ve dirayetsiz gözüyle bakılıyor.

Sözcüklerin derin anlamlar içerdiği günlerden, anlamlarını yitirdiği günlere gelindi. Emek harcamadan, duyguları ve değerleri hiçe sayarak, en kısa yoldan değersiz “değerlerin” sahibi olundu. Sahip olmak için nelerden vazgeçildiği hiç düşünülmedi. Uygarlık ölçüsü empati çoktan unutuldu. Varsa yoksa tüketim kültürüne hizmet eden bencil yaşamların ve bağımlılıklarla baş başa mutlu olmanın hayali kuruldu. Ne uğruna nelerden vazgeçildiği, neyin neye mal olduğu hiç düşünülmedi. 

Kimine göre gelişim, kimine göre yozlaşma olan bu toplumsal değişim, tüm meslekleri de etkisi altına almış görünüyor. Bazı mesleklerdeki olası hatalar, para veya konfor kaybedilmesine neden olsa da sağlık ve eğitimdeki hataların telafisi mümkün değil.

Yüksek ideallerle teslim alınan ve insanların en değerli varlıkları olan çocuklarının eğitim öğretimini üstlenen okulların sorumlulukları çok ağırdır. Böylesi bir sorumluluğun yerine getirileceği okulların yöneticileri, eğitim kadrosunun niteliğiyle birlikte fiziksel koşullarının yeterliliği de hayati derecede önem taşır.

Bir okul inşa edilmeden önce açılacağı bölgenin demografik yapısı, ihtiyaçları, potansiyeli, koşulları mutlaka değerlendirilerek uzman kişiler tarafından fizibilite raporu hazırlanmalıdır. Bu raporun içerisinde kurum açılmadan önceki hazırlık dönemi, ilk yıl, 5 yıl ve 10 yıllık stratejik planlar detaylandırılarak işletme giderleri yani mali tablolar ve alternatifli senaryolarla aksiyonlar belirtilmelidir. Eğitim öğretim kadrosunun oluşturulması ise bambaşka beceri gerektiren, en önemli ve en “pahalı” kısımdır. Popülizm, bu tür raporlar hazırlanırken uzak durulması gereken bir yaklaşımdır. 

İster devlet okulu ister özel okul olsun; plansızlık, hayalperestlik, ticari kaygı ve beklentilerle eğitimi ucuzlatmaya çalışmak, beraberinde trajik çöküntüler getirir. Sorumlulukların yerine getirilmesi için yüksek idealleri olan, mesleki, insani ve duygusal yeterliliği tam eğitimciler gereklidir. 

Eğitimcilik ve öğretmenlik, üstünkörü yapılacak bir “iş” değildir. Sıradanlık, kolaycılık, tembellik, yetinme, kanıksama, kötümserlik, vazgeçme, hafife alma, görmezden gelme, bağnazlık, ön yargı, ayrıştırma, düşüncesizlik, saygısızlık, meraksızlık, cahillik ve her şeyden önemlisi sevgisizlik, “eğitimciyim” diyenlerde bulunmaması gereken özellik ve yaklaşımlardır. 

Öğrencileri sadece birer “sayı” olarak görmek, büyük bir yanılgıdır. Her öğrenci değerlidir, istatistiksel veriler ve genellemelerin içinde kaybedilemez.

Eğitimciler, öğrencilerinin her birinin farklı bir renk olduğunu kabul etmeli, bilmeli, onları aynı “boya küpüne batırmamalıdır”. 

Boyacı küpleri kırıldığında, eğitim öğretimde özlenen başarı elde edilecektir.


Ömer Orhan

Cahil cesareti


“Akıllı düşünene kadar deli dereyi (suyu, köprüyü) geçer.” diye bir atasözümüz var. Kişinin cesaretini tetikleyen ve işe koyulmasını teşvik eden bir söz. Kim söylemiş, kime söylemiş bilmiyoruz; ancak atılgan olmayı, öne çıkmayı, işe başlamayı ve işi bitirmeyi öneren ziyadesiyle abartılı bir söz. Bir yanıyla olumlu algı yaratsa da aklı ikinci planda tutan bir önermesi var. 

İyi de derede boğulan delilerin akıbetiyle ilgili bir istatistik yok! Kaç kişi bu “akılla” dereye girmiş ve kaçı dereden karşıya geçebilmiş belli değil. Peki, bunu sorgulayan var mı? Yok!

Ne hikmetse bu coğrafyada ekilen tohum bu, yani uyanık ol! Batı’da kullanılan bir başka deyişle: “Fırsatları değerlendir, problemleri sonra düşünürsün.” Garbın şarkla buluştuğu kurnazlık düzlemi.

Belki oransal olarak buralarda daha fazla ama dünyanın diğer bölgelerinde de benzer davranış biçimleri var. Cornell Üniversitesinden iki psikolog, Justin Kruger ve David Dunning’in 1999 yılında yayınladıkları bilimsel araştırmaya göre cahil cesaretli kişiler, bilgisiz ve becerisiz oldukları konuda kendilerini uzman gösterebilirler. Kruger ve Dunning’e göre bu kişilerin hayali (sanrılı) üstünlük hissine, algılamada yanlılık eğilimi veya "Dunning-Kruger Etkisi” ya da "Dunning-Kruger Sendromu” adı veriliyor. Meraklıları bu sendromun detaylarını internette yapacakları basit bir araştırma ile bulabilirler. Ama bizdeki amiyane tabiri ile “hem kel hem fodul”un bilimsel literatüre girmiş hâli diyebiliriz.

Dünyanın her tarafında bu tip insanlara rastlamak mümkün olsa da sanırım bizdeki popülasyon her geçen gün artıyor. Söylemle erdem arasında ciddi bir çelişki yaşanıyor. Alçak gönüllü olan, basiretsiz, beceriksiz; bilmese de öne çıkan, atılan hatta patavatsızlık yapan ise girişken ve becerikli kabul edilir oldu.

Oysa MÖ 469-399 yılları arasında yaşamış ve bilgeliğiyle tarihe geçmiş Sokrates neler demiş:
“Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değer değildir.”
“Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.”
“Gerçek bilgi hiçbir şey bilmediğini bilmektir.”
Günümüz iş hayatında ast-üst ilişkilerinde fazla alçak gönüllülük, üstlerce tutku eksikliği olarak kabul ediliyor. Yani performans değerlendirme içinde mücadeleci ve “agresif/yırtıcı” olmak, ne hikmetse bir anlamda olumlu görülüyor. Bilgi, akıl, yol yordam, usul, adap “out”, iş bitirmek “in”. Artık ego her yerde! İşin kalitesi veya sonu düşünülmez oldu. 

Mütevazı davrananların pısırık olarak görüldüğü bir hayatı yaşıyoruz. Ahlakmış, etikmiş hak getire… Emekmiş, alın teriymiş, nezaketmiş, zarafetmiş safsata… Her yol mübah kültürü oluşmaya başladı. Yazık!

Bu davranış biçiminin kabulü ve destek görmesi, toplumsal yozlaşmaya neden olur. Bu anlayışa göre çalışan, enayi görülmeye, birilerinin sırtından geçinen ise itibarlı kabul edilmeye başlar. 

Bu anlamda eğitimcilere her zamankinden çok daha büyük görevler düşüyor. Unutmayalım, davranışlar bulaşıcıdır. Erdemli olmayı, emeğe saygıyı, evrensel değerleri yaşamayı ve yaşatmayı son nefese kadar savunmaya devam! Ahlaksızlık, zorbalık, kabalık, cehalet, aşağılamak, ötekileştirmek, getirisi ne olursa olsun bir seçenek olamaz

Yazıyı Sokrates’in öğrencisi Platon’la bitirelim. MÖ 450’lerde ne demiş Platon: “Ahlak ve üçkâğıtçılık, terazinin iki ayrı kefesinde yer alır; biri çıkarsa diğeri iner.”

Ömer Orhan