Yıllardır
tartışılan bir konudur, okul ödevleri. Sadece tatillerde değil, okul
zamanlarında da özellikle küçük yaş grubu çocukların anne ve babalarının bir
anlamda çıkmazıdır. Yardım etsen bir türlü, etmesen başka türlü.
Yazma
ödevleri, seçilen kitapları okuma ödevleri, işlem ödevleri, araştırma ödevleri,
tekrar ödevleri, test ödevleri, uygulama ödevleri, PERFORMANS ÖDEVLERİ…
Dört
ay boyunca, ortalama 20-30 arasında yazılı sınava giren öğrenciler, bu arada
günlük ödevlerini yapmak ve performanslarını göstermek zorunda kalıyorlar. Bir
yandan sınavlara hazırlanılırken bir yandan da çoğu zaman öğretmenlerin birbirlerinden
habersiz verdikleri ödevler, çocuklar için âdeta bir kâbusa dönüşüyor.
Sınava
mı hazırlansın yoksa ödevlerini mi yapsın? Her ikisini de yapsın! Başka ne
sorumluluğu var ki? Otursun çalışsın…
Peki,
öğrenmenin keyfi nerede kaldı?
Zoraki bir sınav ve ödev sistemi içinde asıl olan istek, merak, araştırma ve
tekrar çalışmaları ne olacak?
Eğitim
sistemi paralel evrenler gibi; yaşananla
yaşatılmak istenen farklı. Hızla değişen dünyada, öğretimi sadece kitaplara,
sınavlara, okullara bağlamak; yaşamla örtüştürülemeyen tekniklerle öğretim
yapmaya çalışıp dışarıda başka gerçekleri yaşamak!
Kaynamakta
olan silindir şeklindeki eğitim
kazanımıza, el birliğiyle kare bir
kapak örtmeye çalışıyor gibiyiz.
Öğretmenler, öğrencilerinin başarılarını artırmak için var güçleri ile
çalışırken “biraz da onlar çalışsın” istiyorlar ki sanırım bunda bir sakınca
yok!
Ebeveynler, çocuklarının geleceğinden endişe ettiği için onların en
iyi şekilde öğrenim almalarını bekliyorlar. Hatta bunun için eğitim-öğretim
sistemi özelleşmeye başladığından beri orta kesim de eline cebine atmak zorunda
kaldı ve bunun karşılığını da fazlasıyla görmek istiyor.
Okullar,
başarılı olduklarını gösterebilmek için neredeyse tek rekabet unsuru olan sıralama
sınavlarındaki yerlerini yukarıya taşımak ve görece akademik başarı elde etmek
adına öğrencilere yükleniyor.
Ne
var ki çok bilinmeyenli bir denklemi, tek formülle çözmeye çalışıyor gibiyiz.
Bu
iş Nasreddin Hoca’nın hikâyesine benziyor. Sen de haklısın!
Nasreddin Hoca, kadılık yaparken bir gün
bir ahbabı burnundan soluyarak gelmiş. Hasmı için söylemediğini bırakmamış.
Sonra:
– Hocam, Allah aşkına söyle, demiş, haklı değil miyim?
Hoca ne yapsın?
– Haklısın, demiş.
Ahbabı sinirleri yatışmış olarak gitmiş.
Onun hemen arkasından hasmı gelmiş. Bu defa da o başlamış atıp tutmaya, yok
bana şöyle, yok böyle yaptı demeye. O da Hoca’ya sormuş:
– Haklı değil miyim?
Hoca:
– Vallahi çok haklısın, demiş.
Adam da sakinleşerek gitmiş. Tüm bunlara
tanık olan Hoca’nın karısı bu işe şaşırmış kalmış.
– Senin kadılığında bir garip Hoca Efendi. İkisine de “sen haklısın”
dedin. Hiç öyle şey olur mu?
Nasreddin Hoca hanımının yüzüne bakıp:
– Hatun, demiş, sen de haklısın!
Bu
aralar açılan soruşturmalarla ödev veren okullar mercek altına alındı. Hatta
velilerden ödev veren okulların bildirilmesi istendi.
Bu
ve benzer soruşturmalar elbette her zaman açılmıştı. Yanlış yapanlara ya
rehberlik yapıldı ya da ceza verildi. Burada sorun yok ancak şu an için
yaratılmış olan algıya iyi bakmak ve sistemin temel unsurlarına zarar vermemek
gerekir.
Meslek
grupları içinde, maaşı belki de en düşük ama itibarı hâlen en yüksek olan öğretmenlik
mesleğini yaralamamalıyız. Amatör ruhla çalışan ve kırılgan insanlar olan
öğretmenleri incitmemeliyiz.
Potansiyel
olarak hata yapan insan ve kurum imajının kimseye bir yararı olmaz. Bu anlamda
Bakanlığımızın, “emir demiri keser” diyerek yaklaşmayacağına, gerekli
rehberliği yapacağına ve ortaya çıkmış olan yanlış algıyı sileceğine
inanıyorum.
Ömer
Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder