30 Mayıs 2016 Pazartesi

İcat çıkartmayın!




Günümüzde ticari kaygılar nedeniyle neredeyse tüm sektörlerde rekabet, değişim ve gelişim var. Her gelişim, herkesin işine yaramasa da yarıyor, yarayacak, bir gün yarar algısı yaratılarak stratejiler geliştiriliyor.

İcat ettikten sonra telefonun temel işlevine ne katıldı? Graham Bell duymuş olsaydı ne derdi acaba? Yani konuşma aynı, işitme aynı, ama cihazlarda yok yok… Bir süre kurcalandıktan sonra çoğu kullanılmayan bir sürü uygulama için boşa ödenen onca para.

-       - Benim telefonun fotoğraf makinesi 10 megapiksel,
 
-       - İyiymiş, kaça aldın?

Hey insanoğlu! Piksel (pixel) ne demek? Neyi konuştuğumuzu biliyor muyuz? 

Elbette biraz daha meraklı ve bilgi sahibi olanlar hemen atlayıp fotoğraf görüntüsünü oluşturan kareler deyiverir de hepsi o kadar…

Ne işe yarar? 

Diyelim ki bir işe yarar da sen onunla ne yapacaksın?

Bu soruları soran kaç kişi vardır, düşünün. 4’le 10 arasında 6 fark var, demek ki en büyüğü en iyisidir ve paranın karşılığı işte orada, al gitsin. Bu işler böyle işte, algıyı yarat, kenara çekil, “iş” kendi kendine yürüsün. 

Envaiçeşit özelliği var diye aldığınız televizyonun karşısına geçip kanallar arasında geçiş yapmaktan ibaret değil mi televizyon kültürümüz? Kaçınız film izlerken film modu, gösteri izlerken gösteri modu gibi değişik sahneler seçiyor? Ama merak etmeyin inovasyonla geliştirilen her düşüncenin parasını hayran hayran ödüyoruz.

Yaşam kalitesini yükselten veya işlerimize değer katan uygulamalar tamam, ya diğerleri?..

Günümüzde geldiğimiz nokta sadece sahip olmaktan ibaret gibi. Merak varsa kısa bir süre merakı gidermek ama daha ilgilenecek çok şey olduğu için vakit kaybetmemek. Maymun iştahlı bir kitle olarak dur durak bilmiyoruz.

Bilgimiz olmasa da fikrimiz var… Kendimize güvenimiz var… 

Sanayi devrimi ile birlikte 20. yüzyıl boyunca dayanıklılık “hedeflendi ve pazarlandı”. 21. yüzyıl ise sürekli değişim, yeni, farklı ve kullan at dönemi. Aidiyet yerini “yeni”ye bıraktı. 

Şirketlerde üretim birimlerinin dışında birçok birim daha oluşturuldu ki bunlar kafamızı karıştıran ve algımızı yöneten birimler.

Şimdi gelelim eğitime… Eğitim-öğretimde “inovatif” düşünce yapısına sahip, ateş gibi, yaratıcı eğitim programları, yöntemler, içerikler geliştiren öğretmen ve yöneticilerimiz var mı diye düşünüyorum. Bir gülme geliyor, hemen toparlıyorum kendimi.

18-20. yüzyılda hüküm sürmüş temel öğrenme yöntemleri ile 21. yüzyılın insanını eğitmeye çalışıyoruz. Üstelik her sektör bu rekabet ve değişim süreçlerine uyum sağlarken eğitim sistemleri maalesef atıl kaldı.

Teknoloji çağındayız diye çocuklara sadece bilgisayarlar ve tabletler alındı ama onunla ne yapılacağının telaşına sonradan düşüldü.

Meraklı insanlar yetiştirmenin hayali kuruldu ama kalıp öğretim program ve yöntemlerinden vazgeçilemedi.

Bilgiye erişim, bilgi paylaşımı ve iletişimde “Tık Çağı’na” geçildi. Her şey tek tıkla ve hızla yapılırken, özellikle yeni nesillerin maksimum 15-20 dakika dikkatini topladığı gerçeğini görmezden gelerek 40-80 dakikalık ve günde 8-9 saatlik derslere devam edildi.

Geçmişte öğretim işleri zordu, şimdilerde daha da zor. Bir yandan eski köye yeni âdetler istiyoruz, öte yandan “iş çıkartmayacak, icat çıkartmayacak” insanlarla geleceği modellemeye çalışıyoruz.


Ömer Orhan

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Vermek ya da vermemek, bütün mesele bu mu? : “Ödevler!”




Yıllardır tartışılan bir konudur, okul ödevleri. Sadece tatillerde değil, okul zamanlarında da özellikle küçük yaş grubu çocukların anne ve babalarının bir anlamda çıkmazıdır. Yardım etsen bir türlü, etmesen başka türlü. 

Yazma ödevleri, seçilen kitapları okuma ödevleri, işlem ödevleri, araştırma ödevleri, tekrar ödevleri, test ödevleri, uygulama ödevleri, PERFORMANS ÖDEVLERİ…

Dört ay boyunca, ortalama 20-30 arasında yazılı sınava giren öğrenciler, bu arada günlük ödevlerini yapmak ve performanslarını göstermek zorunda kalıyorlar. Bir yandan sınavlara hazırlanılırken bir yandan da çoğu zaman öğretmenlerin birbirlerinden habersiz verdikleri ödevler, çocuklar için âdeta bir kâbusa dönüşüyor.

Sınava mı hazırlansın yoksa ödevlerini mi yapsın? Her ikisini de yapsın! Başka ne sorumluluğu var ki? Otursun çalışsın…

Peki, öğrenmenin keyfi nerede kaldı? Zoraki bir sınav ve ödev sistemi içinde asıl olan istek, merak, araştırma ve tekrar çalışmaları ne olacak?

Eğitim sistemi paralel evrenler gibi; yaşananla yaşatılmak istenen farklı. Hızla değişen dünyada, öğretimi sadece kitaplara, sınavlara, okullara bağlamak; yaşamla örtüştürülemeyen tekniklerle öğretim yapmaya çalışıp dışarıda başka gerçekleri yaşamak!

Kaynamakta olan silindir şeklindeki eğitim kazanımıza, el birliğiyle kare bir kapak örtmeye çalışıyor gibiyiz.

Öğretmenler, öğrencilerinin başarılarını artırmak için var güçleri ile çalışırken “biraz da onlar çalışsın” istiyorlar ki sanırım bunda bir sakınca yok!

Ebeveynler, çocuklarının geleceğinden endişe ettiği için onların en iyi şekilde öğrenim almalarını bekliyorlar. Hatta bunun için eğitim-öğretim sistemi özelleşmeye başladığından beri orta kesim de eline cebine atmak zorunda kaldı ve bunun karşılığını da fazlasıyla görmek istiyor.

Okullar, başarılı olduklarını gösterebilmek için neredeyse tek rekabet unsuru olan sıralama sınavlarındaki yerlerini yukarıya taşımak ve görece akademik başarı elde etmek adına öğrencilere yükleniyor.

Ne var ki çok bilinmeyenli bir denklemi, tek formülle çözmeye çalışıyor gibiyiz. 

Bu iş Nasreddin Hoca’nın hikâyesine benziyor. Sen de haklısın!

Nasreddin Hoca, kadılık yaparken bir gün bir ahbabı burnundan soluyarak gelmiş. Hasmı için söylemediğini bırakmamış. Sonra:
    – Hocam, Allah aşkına söyle, demiş, haklı değil miyim?
Hoca ne yapsın?
    – Haklısın, demiş.
Ahbabı sinirleri yatışmış olarak gitmiş. Onun hemen arkasından hasmı gelmiş. Bu defa da o başlamış atıp tutmaya, yok bana şöyle, yok böyle yaptı demeye. O da Hoca’ya sormuş:
    – Haklı değil miyim?
Hoca:
    – Vallahi çok haklısın, demiş.
Adam da sakinleşerek gitmiş. Tüm bunlara tanık olan Hoca’nın karısı bu işe şaşırmış kalmış.
    – Senin kadılığında bir garip Hoca Efendi. İkisine de “sen haklısın” dedin. Hiç öyle şey olur mu?
Nasreddin Hoca hanımının yüzüne bakıp:
    – Hatun, demiş, sen de haklısın!

Bu aralar açılan soruşturmalarla ödev veren okullar mercek altına alındı. Hatta velilerden ödev veren okulların bildirilmesi istendi. 

Bu ve benzer soruşturmalar elbette her zaman açılmıştı. Yanlış yapanlara ya rehberlik yapıldı ya da ceza verildi. Burada sorun yok ancak şu an için yaratılmış olan algıya iyi bakmak ve sistemin temel unsurlarına zarar vermemek gerekir. 

Meslek grupları içinde, maaşı belki de en düşük ama itibarı hâlen en yüksek olan öğretmenlik mesleğini yaralamamalıyız. Amatör ruhla çalışan ve kırılgan insanlar olan öğretmenleri incitmemeliyiz.

Potansiyel olarak hata yapan insan ve kurum imajının kimseye bir yararı olmaz. Bu anlamda Bakanlığımızın, “emir demiri keser” diyerek yaklaşmayacağına, gerekli rehberliği yapacağına ve ortaya çıkmış olan yanlış algıyı sileceğine inanıyorum.


Ömer Orhan

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Eğitim dünyasına kısa bir yolculuk ve “eğitim köleleri”…




Değerli felsefeci hocamız ve eğitim yazarımız Afşar Timuçin’in kaleme aldığı “Eğitim Sohbetleri” adlı kitabı okurken geçmişle günümüz arasında gidip geldim.

Bu eğitim işleri tüm dünyada hep aynı, hep aynı… İktidarların gücü ve niyetine göre şekillenmiş. Yönetenler değiştikçe politikalar da değişmiş, yetmiyormuş gibi inanç sistemleri de eğitim üzerinde etkili olmuş.

Yüzlerce yıl geçmiş ancak insanlar hiç akıllanmamış. Aslına bakılacak olursa arada bir “kıllanmış” ama hepsi o kadar. Eğitim uzun süre güçlülerin elinde şekillenmiş.

Sizleri kısa bir eğitim yolculuğuna çıkartmak isterim:

Eski Yunan’da kent kültürlerinin gösterdiği farklılık, eğitimde anlayışlarına da yansımıştı. Özellikle Sparta ve Atina eğitim açısından taban tabana zıttı. Sparta bir asker toplum olduğundan askerî eğitim ön planda tutulmuş, kendini üst sınıflara ve yurduna adamış askerler yetiştirilmişti. Fiziksel açıdan dayanıklı gençler 20 yaşına kadar sıkı bir askerî eğitime tabi tutulurdu. Dersler askerî içerikli beden eğitimi ve dinî müzikti. Doğumdan itibaren zayıflara ve sakatlara toplumda yaşama şansı verilmez, bu şekilde doğan bebekler öldürülürdü. 60 yaşına kadar süren bir askerlik ve kendini adama… Bu kadar sıkı disiplin ve “eğitim” anlayışıyla kurulmuş bir sistem… Sonuç? Ne Sparta kalmış ne de esamesi!

Atina, Yunan Uygarlığının merkezi olmuştur. Edebiyat, tiyatro, felsefeye düşkün olan Atinalılar, müzik eğitimine de önem vererek sağlıklı bir ruh ve beden eğitimi ile de denge yakalamaya çalışmışlardır. Sparta’da olduğu gibi çocuklar, devletin malı sayılmamış ve ilk eğitimlerini ailelerinden almışlardır. Çocuğa refakat etmesi için pedagog (Yun. Paidagogos) denilen yaşlı köleler çalıştırılmıştır.

Pedagog=köle… Allah’tan bugün eğitimciler “köle” olarak görülmüyor.

Matematik, dil bilgisi ve yazı dersleri okuyan çocuklara, lir ya da flüt çalmayı öğretirlerdi. Beden eğitimi dersleri de açık havada yapılırdı. Bir yılın sonunda da öğrenciler sınava alınır ve başarılı olanlara ödüller verilirdi. Motivasyon önemliydi ama eğitim o zaman da pahalıydı ve bu eğitimi zenginlerin çocukları alırdı. Yoksullar ise meslek sahibi olmaya çalışır, çalışır, hep çalışırdı!

Bu arada kızların eğitimleri sadece zengin aile kızları için evlerinde okuma yazma öğrenmelerinden ibaret olup biçki, dikiş ve ev işlerini öğrenmekle sınırlıydı. 

MÖ V. ve IV. yüzyıllarda Sokrates döneminin sofistleri, zengin çocuklarına büyük paralara özel dersler vererek, onlara güzel konuşmayı ve doğru düşünmeyi öğrettiler. Aslında halkın önünde etkili konuşmak, siyaset yapabilmek bir bakıma da içerikten çok biçime dayalı demagoji eğitimi

Kim ne derse desin okul denilince akla hâlen Platon gelmektedir. O, gerçeklerden değil düşlerinden hareket ederek bir eğitim sistemi ve okul kurguladı. Belki de bu nedenle günümüze kadar bütün zamanları da etkisi altında bıraktı.

Platon’un kurduğu Akademia ile günümüz çağdaş üniversitelerini benzetmek yanlış olmaz sanırım. Zamanında Anadolu’dan bile öğrencileri olan bu okulun kurucusu olan Platon, Aristotales’in de yetişmesine büyük katkı sağlamıştır.

“En iyi eğitim ruha ve bedene edinebileceği tüm güzelliği ve tüm yetkinliği verebilen eğitimdir. Ruha zorla sokulan ders ruhta çok kalmaz, gider.” “Çocuklarınıza şiddet uygulamayın, daha çok oynayarak eğitimlerini sağlayın.” demiş Platon!

Adam daha ne desin!

Kuram ile uygulama arasındaki uyuşmazlığı görerek, eğitimin zorla yapılmaması gerektiğini, eğitimcinin bu anlamda başarılı olamayacağının altını çizmiş. 

Bence en güzeli de okulun girişine “Geometri bilmeyen giremez.” yazısını asması… Herkesin diyalektiği bilmesi gerekmez ama onun eğitimini almak isteyenlerin bu anlamda seçilmesi gerekir diye düşünmüş ve seçmişler. Seçmişler de seçtiklerine de farklı kapılar açmışlar!

Saygı duymak gerekir, bugün de seçerek alan okullar yok mu? Seçerek almakla bitse, tamam da… Sonrası? Kim hangi kapıyı açıyor iyi bakmak lazım!

Okul önemliydi ve Romalılarda da toplum yaşamının bir parçası hâline gelerek yaygınlaştırıldı. Artık sadece zenginlerin çocukları değil tüm halk eğitim alabiliyordu. Okullarda okuma, yazma, hesap işleri gibi temel eğitim veriliyor, ayrıca değerler eğitimi de önemseniyor, atalara saygı, yurt sevgisi ve aileye bağlılık gibi konular işleniyordu. Roma İmparatorluğu, her ne kadar Yunanistan’ı yönetsel anlamda etkisi altına almış olsa da eğitimde onlardan feyz (ışık) aldıklarını biliyoruz. Öğretmenlik o dönemlerde de çok önemli meslek olarak kabul ediliyor, zenginler Yunanlı öğretmenleri köle olarak çocuklarının eğitimi için kullanıyordu. 

Öğretmenlik MÖ’de önemliymiş ama eğitimcinin kendine faydası olmamış. 

XI. yüzyılda Ortaçağ’ın karanlık yıllar olduğu bilinse de okullaşma oranının geçmişle kıyaslandığında en çok arttığı dönemdir. Hristiyanlığın yaygınlaşması ve manastırların varlığı ile dogmatik düşünce de belirli bir sistematikle okullarda verilmeye başlanmıştır. Papaz okullarında Platon’un gizemciliği ile Aristotales’in akılcılığı yanaştırılmaya çalışılmıştır. Manastır okulları herkese açık tutulmuş ancak piskopos okulları ücretliymiş, yoksullar ise bu okullarda burslu öğrenim görmüş.

XII. ve XIII. yüzyıllarda Paris, Toulouse, Salamanka, Oxford, Montpellier, Lizbon, Pisa, Heidelberg, Köln, Viyana, Prag ve Basel gibi Avrupa’nın büyük üniversiteleri kurularak eğitime verilen önem artmıştır.

Martin Luther İncil’i Almancaya tercüme ederek çoğaltmış ve yayılmasını sağlayarak da büyük bir reform gerçekleştirmiştir. Böylece dinî eğitimde de körü körüne inanmak değil, aklı kullanmak ve anlamak önem kazanmıştır. Gelişim sancılı olsa da Rönesans’la birlikte bilimde ve sanatta değişim süreci başlatılmış ve günümüze kadar meraklı, soran, sorgulayan bir Avrupa kültürü oluşturulmuştur.

Okullarla ilgili bu kısa turumuzda ne gördük? MÖ başlayan okul süreçlerinde okuma, yazma, felsefe, edebiyat, matematik, müzik, geometri ve hitabet dersleri neredeyse her yüzyılda okutulmuş. Dinî içerikli öğretim yapıldığında da düşünce ve aklın bir kenara bırakılamayacağı kabul edilmiş.

Kıssadan hisse… 

Günümüz okullarında uygulamalı dersleri yok saymak, bu derslerde başka dersler yaptırmak, sınavlara hazırlanmak adıyla öğretimi sığ ve keyifsiz hâle getirmek sorumsuzluktur. Felsefe, sosyoloji ve sanatsal derslerle deneysel uygulamaların hakkıyla yapılması da şarttır.

Kuru ezber yerine soru soran, sorgulayan, meraklı ve düşünen insanlar yetiştirilmediği müddetçe gelişim olması beklenemez.

Unutmayalım ki sınavlar da birer araçtır ve önemli olan, aklını “doğru” alanlarda kullanan erdemli ve medeni insanlar yetiştirmektir.

Eğitimciler için “pedagoji” bilmek önemlidir ancak bu devirde kimsenin “kölesi” olmaya gerek yoktur! 


Ömer Orhan