26 Aralık 2015 Cumartesi

Üniversite Tercihleri ve “tencere, kapak hikâyesi”




Hey gidi günler hey…

Bizim zamanımızda sadece devlet üniversiteleri vardı; ya girecektin ya da girecektin! Başka şansın olmazdı. Çok parası olanlardan yurt dışına gidenleri de duyardık ama sadece o kadar.
 
Rehberlik mi? O da ne demekti! Hak getire…

Dışarıda kalmamak için bir yere “kapağı atmak” marifetti. Sonra mı? Sonrası Allah kerîm ama kerimin kuyusu derin ve çıkmak kolay değildi. Tek basamak, çift basamak ve nihayetinde -günümüzde- çok basamak yapılan sınavlarla yükseköğretim adayları başarılarına/başarısızlıklarına göre sıralanırdı.

Yükseköğretim tercih kılavuzunda yazılı olan yerlerin isminin etkisine, konu komşunun dediğine, akrabaların, arkadaşların söylediklerine göre bölümlere yerleşenler  “şanslı” insanlar olurdu. Üniversitenin ilk yılı rehavet, ikinci yılı ciddiyet, üçüncü yılı anlamlandırma, dördüncü yılı ise gerçeklik ile kendini alanına adapte etmekle geçerdi.

Gençler yeteneklerinin neler olduğunu, daha çok üniversite yıllarında keşfettikleri için okudukları bölümlerin kendilerine uygun olup olmadığını bu yıllarda fark ederdi. Fark ederdi etmesine ama aldığı eğitim kendisine uygun olsa bile iş bulabilir miydi? Bu başlı başına şanstı… Çoğunluk alanı dışında bir işe girer ve hayata tutunmaya çalışırdı. İdealistlikle yaşam gerçekliği hiç örtüşmezdi. Ya paran olacaktı ya da tanıdıkların. Diplomadan çok “hamilikart yakınımdır” iş görürdü!
 
Yükseköğretim son derece ciddiye alınır, sınavları titizlikle hazırlanırdı. Üniversite öğretim kadrolarında görev almak ise zor bir süreç olurdu. Özel üniversite açmak neredeyse imkânsız olduğu için seçenekler devletin sundukları ile sınırlı kalırdı.

Aradan 30 yıl geçti ve yasa değiştirilerek vakıf üniversitesi (özel üniversite)  açabilmenin de önü açıldı. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki şehirlerin her yanı üniversitelerle doldu. Binalar çoğalmış ve kontenjanlar da artmıştı ancak açılan özel üniversiteler, öğretim elemanı ihtiyaçları için ilk etapta devlet üniversitelerini kaynak olarak görmüştü. Sunulan maddi ve diğer olanaklarla öğretim görevlilerinin tercihleri yeni oluşuma “destek” şeklinde gelişti. Ne var ki insan kolay yetişmiyor, “insan yetiştirmek” çok zaman ve emek istiyordu. Ancak her şeye rağmen hedefe ulaşılmıştı ve özel üniversiteler rekabet edilmesi gereken öğretim kurumları olmaya başlamıştı. Sundukları olanaklarla da son 10 yıl içerisinde iyiden iyiye geliştiler.

Yaşadığı ilin dışında öğrenim görmek zorunda kalan bir öğrencinin, aylık masrafı yaklaşık olarak 1500 TL’den başlıyor olunca, insanlar dişinden tırnağından artırarak çocuklarını bulundukları illerde varsa özel üniversitelerde okutmaya başladılar.
 
Ezber bozuldu!

Böylece, devlet üniversitesi kazanabilecek durumda olan birçok öğrenci, burslu ya da ücretli olarak özel üniversitelere yönelmeye başladı. Köprünün altından çok su aktı, durumlar artık iyice değişti.

Bilim ve sanat, insanların kendilerini özgür hissettikleri ortamlarda gelişir. Özgürlük ise ekonomik, yönetsel ve sosyolojik anlamda irdelenmelidir. Bu anlamda devlet üniversiteleri, özel üniversiteler ile rekabet edecek durumda olmalıdır. Hatta devletin gücü ve kararlılığı eğitime yaptığı, yapacağı yatırımlara yansımalıdır. Aksi takdirde daha esnek yapıları ve olanakları ile öne çıkan okulların tercih edilme oranları da artacaktır. 
 
Fazla değil, bundan on yıl önce, liseye çocuklarını yazdıracakların ilk sorusu “okulun başarısı nedir?” olurdu. Görece olarak doğru olsa da soru bence her zaman yanlıştı. Başarı, çocukların başarısıydı ve bireysel başarıların tümü okula mal edilirdi. Hatta okullar bile değil, çocukların gittikleri dershaneler bu başarılardan “faydalanırdı”.

%1’lik dilimden çocukların okuduğu okulların başarısı ile sınavlarda %50 ve altında başarı göstermiş öğrencilerin gittikleri okullar hep aynı kefeye konarak kıyaslanırdı. Okulların nasıl katma değer yarattığına pek bakılmazdı çünkü bunu ölçecek bir araç yoktu. Varsa yoksa sınav başarıları…

Son yıllarda liseye değil de anaokullarına çocuklarını yazdıracaklar, “liselerinin başarısını” sorguluyorlar. Şaka gibi! 

Öyle ya da böyle toplumumuzda üniversiteye “yerleşmek” önemini hep korumuştur. Üniversiteye girmek için oluşan bu büyük iştah, girdikten sonra giderek azalsa da bizim ülkemizde üniversitede okumak hep önemli olmuştur. Hangi bölümde okuduğun ile okuduğun bölümün sana uyup uymadığı, kaç sene okuduğun ve ortalamanın kaç olduğundan çok, üniversitene bakılır(dı). Şimdilerde bilinç değişmeye, bu illüzyon bozulmaya başlamıştır. 

Tam anlamıyla sağlanmamış olsa da artık gençler kendilerine daha uygun bölümler seçerek çoğunlukla yeteneklerine göre bu bölümlere yönelmektedir. Doğru olan budur! İnsan, mutlu olacağı işe sahip olmalıdır ve illa yükseköğretime devam edecekse eğitimini de bu doğrultuda almalıdır.

Demek ki neymiş? Mutlu ve başarılı bir yaşamın sırrı, kapağı rastgele bir yerlere atmak değil, herkesin kendi kapağına göre tencere bulmasıymış.

Kapak atmaya çalışanlara duyurulur…


Ömer ORHAN

16 Aralık 2015 Çarşamba

Koşun bakalım nereye kadar…




Koş;

Okula geç kalacaksın,
Sınavı kaçıracaksın,
İşe gecikeceksin,
Daha çok çalış, koş, koş…

Hummalı bir koşuşturmadan ibaret yaşamlar… Herkes koştuğu için koşanlarla ne yakalayacağını bilmeden koşanlar aynı taraftadır.

Ne için okula gittiğini çoktan unutmuş olanlar, sınavları sadece not olarak görenler, iş için işe gidenler, tadını almadan yemek yiyenler ile ne için çalıştığını bilmeyenler de aynı kişilerdir.

Hep daha çok… Daha fazla sahip olma güdüsü...

Dünyayı yese de doymayan insanoğlu!

Antik Roma’da insanlar yemek yemeye o kadar düşkünmüşler ki doyuncaya kadar yerler sonra kendilerini kustururlar ve tekrar yemek yerlermiş.

Affınıza sığınarak buna “çüş” demek lazım. Gelinen son nokta bu olsa gerek.

Aradan 2500 yıl geçti, alışkanlıklar değişti. Artık tekrar yiyebilmek için kusanlar yok ama paradan para kazananlar, rant için doğayı katledenler, milleti dolandıranlar, hırsızlık yapanlar, değerleri hiçe sayarak servetine servet katanlar gibi daha beterleri var. Oysa yaşam alanlarını geliştirmek için zenginlikleri ve güçlerini umarsızca kullananların sonu da hep aynı olmuştur. Yaş ilerledikçe küçülen yaşam alanlarına hapsolmak! Önce koca koca malikânelerin içerisine, sonra bir odasına, sonra da bir yatağına. Çok ironik değil mi? İronik mironik, fazlasını hep geri alan bir sistem…

Koşarak gittiği yere iyi bakmalı insan. Salt para kazanmak için ömrünü tüketip, bakir bir sahil kasabasında yer alarak bir bölümünü de “kaçak inşa” ettiği, yüksek duvarlarla çevirdiği, kameralarla donattığı villasında, hayatının kalanını yalnız başına ve korkarak geçirmeye çalışmak marifet değil.

Ömür, bir fani koşuşturmadır işte… Neresinden baksanız yaman bir çelişkidir ve anlayana, algılayana anlatır gerçekliğini.

Hakiki servetin ne olduğunu anlamak için yaşamı ıskalamamalı insan. Toprağı tanımalı, elleriyle bir fidan dikmeli ve büyümesini izlemeli. Eğer ömrü yeterse meyvesinden yemeli, öyle kusarcasına da değil eşine dostuna hatta mümkünse yedi kat yabancıya da ikram etmeli...

Komşu edinmeli, dostları olmalı; kan ter içinde koşmadan, yan yana yürüyerek, yaşamın sunduğu güzellikleri paylaşabilmeli. 

Hayat, insanların koşuşturmasından kazananlarla doludur. Oysa koşan hiç kimse kendi başlangıcına dönemez. Gittiği yer, sonunda sonu olur.

Eğitim, insanlara “sonu” görmeden önce, sadece spor için koşmasını ama her zaman tutkularının peşinden yürümesini ve duracağı yeri bilmesini anlamak için bir şans verir…


Ömer Orhan

13 Aralık 2015 Pazar

Çocuğumu nasıl yetiştirmeliyim?




Ben “çektim”, çocuğum çekmesin… Ben “yaşadım”, çocuğum yaşamasın… Bu cümlelerin içindeki olumsuzlukları hiç kimse istemez, hele çocukları için asla!.. Temenni olarak bir sorun yok. Peki, yaşanan bazı olumsuzlukların çocuklarımızın gelişimine katkı da sağladığını hiç düşündünüz mü? Bence, göz ardı edilen işte bu!
 
Nasıl yapmalı?

Nereden başlamalı?

“En doğru” var mıdır, varsa nedir?

“Ben de böyleydim, bilmem ne dersini hiç sevmezdim ya da bilmem ne dersinde başarılı olamazdım.” söylemi çocuğunuza ne kazandırır? Bunu duyan çocuğun o derste başarılı olma ihtimali var mıdır veya derse karşı ön yargı geliştirmemesi olası mıdır? Siz sonucu baştan belirlemiş oldunuz bile…

Tabii bunun tersi de mümkün, “Ben çok başarılıydım, sen de başarılı olmalısın!” Daha başlamadan böyle bir şart size dayatılmış olsa siz nasıl hissedersiniz? Bu da yanlış.

Demek ki çocuğunuzu yetiştirmek için kendinizden yola çıkmamanız gerekir. Onun farklı bir birey olduğunu, farklı deneyimlere sahip olduğunu ve olacağını, sizden değişik öğrenme şekilleri ile öğrendiğini kabul etmek, ilgi ve becerileri gibi bireysel farklılıklarını göz önüne alarak onu kendinizle veya başkalarıyla karşılaştırma yanlışına düşmemek gerekir.

Anne ve babaların model olduğunu unutmamaları ve söylemlerine de çok dikkat etmeleri gerekir. Örneğin, “Okulda çok haylazdım.” dediğinizde potansiyel bir “haylaz” yaratmış olursunuz.

Çocuğunuzun okul öncesi yaşlarda öğrendiklerini nasıl önemsediyseniz ve bunu desteklediyseniz okula başladıktan sonra da öğrendiklerini önemsediğinizi belli etmelisiniz, öğrenmediklerini değil!

Ona, meraklı oluşunun birinci derecede gerekli olduğu mesajını vermeli ve bu mesajı sürekli canlı tutmalısınız. Ne öğrendiğinden çok ne öğrenmediğiyle ilgilenmek, “hayati anlamda” hata yapmanıza neden olabilir. Yani sınavlar başladığında, notlar üzerinden yapılan her konuşmanın sonunda: “Kaç aldın?”, “Bilmem kim kaç aldı?” veya “Neden daha yüksek not alamadın?” gibi sorular soruluyorsa bunun faydasının olmadığını göreceksiniz. Bunu yapmayın. Onun ne öğrendiği ile ilgilendiğinizi düşünmesini sağlayın. Bazen yüksek bazen düşük puan alınabilir. Belki sınav kötü hazırlanmış bir sınavdır, belki çocuğunuz yeterince öğrenmemiş olabilir ya da başka bir neden vardır. Bu önemli değildir ve değişebilir.

Çocukların ekran bağımlısı olmasına asla izin vermeyin. Bebek yaşlarda televizyon ilgisini çekiyor ve sessiz sedasız izliyor diye göz yumduğunuz durum, çocuğunuzun her geçen gün ona bağımlı olmasına neden olacaktır.

Televizyon her akşam açılmak zorundaymış gibi bir “ritüele” de gerek yok! Seçici olun ki çocuğunuz da seçerek izlemeyi öğrensin. 

“Aman efendim bizim zamanımızda yoktu, alamadık, ben çocuğuma en iyisini, en hızlısını alayım.” diye düşünerek bilgisayar alanlar, dikkat! Kontrol edemeyeceğiniz bir başka bağımlılığı çocuğunuza sunduğunuzu unutmayın. Çocukların ilgi ve meraklarına göre bilgisayar kullandıkları bir gerçek ama maalesef birçoğu genellikle bilgisayar oyunlarını ve İnternet ortamında zaman geçirmeyi, daha doğrusu “öldürmeyi”, seviyor.

Anlayacağınız, benim yoktu; alayım da “âlim” olsun çocuğum, dediğiniz bilgisayar da bir başka sihirli ekran ve sihri zehir saçıyor.

Günümüzde en yaygın kullanılan baş belası belki de akıllı telefonlar. Anaokulu çocuklarının bile telefon istediğini duyuyoruz, şaka gibi… Ebeveynler sıklıkla tereddüt etseler de sonunda toplumsal yaklaşımlarına göre onlar da çocuklarına küçük yaşlarda telefon alıyor. Mazeret ise: “Arkadaşlarının hepsinde var, aman ezilmesin, onun da olsun!” Helali hoş olsun da bu ne acelecilik? 

Ben size olacakları söyleyeyim, siz karar verin:
Whatsapp mesaj çılgınlığına dâhil olacak. Arkadaşlarının yüzüne bile bakmayacak ve berbat bir yazım dili ile sosyalleşmeye çalışacak. Çoğu, boş ve saçma sapan dedikodularla dolu sohbetler yapacak ama gerçek anlamda sohbet etmeyi unutacak.

Mahremiyet nedir, bilmeden kişisel bilgiler, görüntüler şaka adına paylaşılacak, kabullenilmeye başlanacak. Bir anlamda değerler eriyecek.
 
Bu arada, hani iletişim amaçlı aldığınızı söylemiş ve her aradığınızda ona ulaşacağınızı zannetmiştiniz ya, yanıldığınızı göreceksiniz çünkü siz ne zaman arasanız ona ulaşamayacaksınız!

Ekran bağımlılığı, özellikle Türk toplumunun baş edemediği bir bela! Bu süreçleri yönetmek ilgi, takip ve sorumluluk gerektiriyor. Bu anlamda teknolojiyi amaca uygun kullanmayı öğretmek şart!

Okuyun ve okutun! Her akşam elinize kitabınızı alarak çocuğunuza örnek olun. Mesela kitap okunmadan televizyon açmayın. (Bana göre hiç açmayın ama yine de siz bilirsiniz. Kötü alışkanlıklar da bir şekilde ediniliyor! Siz önceliğinizi neye verirseniz çocuğunuz da önceliğini ona verecektir.)

“Şimdiki nesil okumuyor!” diye bir söylem var ama ben katılmıyorum. Bana göre şimdiki nesil “çok okuyor”. Özellikle Batı toplumlarının gençleri bu anlamda dünya ortalamasının üzerine çıkıyor. Türkiye’de durum biraz daha farklı; bizimkiler de okuyor ama çoğu boş okuyor. Disiplinli olarak gazete, makale, kitap değil ama ekrandan, sosyal medyadan, bölük pörçük okuduğu kesin. Sonra sıralama sınavlarına girdiklerinde, vay efendim paragraf soruları çok uzunmuş da o nedenle yapamamışlarmış!

Ne yapmak lazım? Hiç okuyamıyorsanız günde sadece 10 sayfa okuyun ve okutun. Yılda 3650 sayfa okumuş olursunuz. Bu da her ay 300 sayfalık bir kitap okunması anlamına gelir ki buna da şükür!

Çocuğunuzla nitelikli zaman geçirin. Yaptıklarını, meraklarını, sorularını, sorunlarını konuşun ve onu önemsediğinizi samimi olarak gösterin. Akşamdan akşama, yüzüne bile bakmadan dile getirdiğiniz “Nasılsın, iyi misin?” söyleminden öteye geçin. Küçükken çocuğunun atı olup altında dört ayak duran ebeveynlerin, o büyüdükçe oturan kızgın boğa figürüne bürünmeleri pek olmuyor! At olmaya da boğa olmaya da gerek yok, unutmayın ölçüyü siz belirliyorsunuz. Başlangıçta “vıcık vıcık” olmak, sonrasında ise hiç görünmemek sağlıklı bir ilişki için uygun değil.

Ona yeri geldiğinde “hayır” demesini, “hayır” dendiğinde buna saygı duymasının önemini anlatın.

Para ve itibar için onurundan ve değerlerinden vazgeçmemesini öğütleyin. İyi insan olması için uğraşın. Ona bırakacağınız en büyük servetin “doğruluk, samimiyet, emeğe saygı gibi değerleri yüksek bir insan olmasını sağlamak” olduğunu unutmayın.

İnsan çocuğu için her zaman en iyisini ister ve iyiler saymakla bitmez. Bu saydıklarımı çok küçük yaşlardan başlayarak çocuklara kazandırmak gerekir. Bunun için samimi bir yaklaşım gerekir. Süreç içerisinde çoğu zaman acı reçeteler verilecek ve mutsuzluklar yaşanacaktır ama “ben çektim, çocuğum çekmesin” denmemelidir. Yazının başlangıcına geri dönersek; insan, sorumluluklarını taşıyabildiği ölçüde olgunlaşıyor.

Sonuç olarak anne-baba olmak zordur. Önce sizin sorumluluk almanız gerekir. Bunun için sınır çizen, hayır diyebilen ve dediğinin arkasında duran, çocuğuyla samimi ve nitelikli zaman geçiren ama gerçek rolünü unutmayan, değerlere önem veren, okuyan, ekran bağımlısı olmayan, üreten olmalısınız. Ancak “olduklarınızı” dayatmamalı ve “olamadıklarınızı” çocuğunuzdan beklememelisiniz.

Ne diyelim, kolay gelsin!


Ömer Orhan