Birleşmiş
Milletler Çevre Koruma Programı'nın araştırmasına göre Dünya, 8 milyon 700 bin
canlı türüne ev sahipliği yapıyor ve bunların dörtte üçünün karada
yaşadığı düşünülüyor. Birbirinden farklılık gösteren canlı türlerinin hepsinin ortak
yanı ise beslenme ve üreme.
Beslenme
denildiğinde ilk akla gelen, hayatta kalmayı sağlayan gıdaların/enerjinin
vücuda alınması. İster etobur ister otobur olsunlar, tüm canlılarda beslenme
şart! Çünkü yaşamsal fonksiyonlarını yerine getirebilmek için canlılar, enerjiye
ihtiyaç duyarlar. Bu enerjiyi de türlerinin özelliklerine, tercihlerine ve
olanaklarına göre çeşitli besinlerden karşılarlar. Besin arayanlar çoğu zaman
da diğerlerinin besini olurlar ya buna da ekosistem deniyor.
İnsan
dışındaki tüm türlerde yaşamak; yemek, içmek ve üremekten ibarettir. Hayat, olabildiğince
basit sürdürülür. Milyonlarca yılda oluşan doğa kanunları, kaçınılmaz olarak
kabul edilmiştir. İnsan dışında hiçbir canlı bu kanunları değiştirmek için
çabalamaz. İşleri karmaşık hâle getiren insanların en “aymış” olanları ise
sonunda “basit” ve dengeli yaşamayı hedeflerler. Aydınlanmış insanların
ulaşmaya çalıştığı bu hedef, besin piramidinin altlarında yer alan ve insanların
akılsız saydıkları diğer canlıların rutinidir aslında…
Akıl,
insanlığın “aklını karıştırmıştır”! Sosyal bir varlık olarak kabul edilen
insanı bencilliğin zirvesine taşırken ne doğa bırakmıştır ne de ortada kanun
kalmıştır. Onun için her yol mübahtır ve onun gibi ihtiyacından çok tüketen
başka bir canlı yoktur! Demek ki insan, doğal koşullar dışında ve doğa
kanunlarına aykırı olarak gelişmiş, değişmiş ya da değiştirilmiştir. Böyle bir
teori antik uzaylı kuramcıları tarafından iddia edilmektedir.
Antik
uzaylı kuramcılarının öne sürdüğüne göre insanların gen yapısı dünya dışı
varlıklar tarafından binlerce yıldan beri çeşitli manipülasyonlarla
değiştirilerek bu hâle getirilmiştir. Siz inandınız mı bilemiyorum ama bana
göre inanmak için çok nedenimiz var. Örneğin; Neandertal ve diğer türler
arasından Homo Sapiens gibi fiziksel olarak daha zayıf bir tür nasıl olmuş da
sivrilerek diğer türleri yok etmiş ve dünyanın tek hâkimi olmuş? Bu,
antropolojinin ve diğer bilimlerin konusu, ben sadece insanın beslenmesine
farklı bir açıdan bakacağım.
Charles
Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı kitabında açıkladığı gibi evrilmiş ya da
Semavi dinlerin öğretilerine göre yaratılmış olsun, insanın sadece fizyolojik
açıdan beslenmediği bir gerçektir. İnsanın aklı ve duygusal yapısı, onun
fizyolojik ihtiyaçlarının yanında ayrıca
beslenmesini gerekli kılar. Üstelik bu beslenme içgüdüsel olmaktan çok
beceri gerektiren bir ihtiyaçtır. Bu
ihtiyacın hissedilme yoğunluğu ve karşılanma durumu ise kişinin aldığı eğitime
ve kültürel yapısına bağlıdır.
Fiziksel
olarak acıktığında beyin diğer organlar tarafından uyarılır; ancak duygusal
anlamda aç olduğunun farkına varmayabilir.
Çünkü duygusal açlık için daha fazla nöron/zekâ, düşünce egzersizi, sorgulama,
estetik bakış, sosyal çevre ve kültür gerekir.
İnsanlar,
bebeklik dönemlerinde duygusal beslenmeyi öğrenirler. Onlar için o dönemde
önemli olan en temel duygusal besin “güven”dir. Bebeklerin bu ihtiyacını
karşılamak için ebeveynler ve özellikle annenin yakın ilgisi gereklidir. Tensel
temas, güler yüzle ve sakin bir ses tonuyla konuşmak, bu güveni sağlamak için
yeterlidir. Bebeklik dönemindeki sevgi ve güven ihtiyacına çocukluk döneminde başarma,
takdir edilme, merakın giderilmesi ve öğrenmenin bazı süreçleri eklenir. Yaş
ilerledikçe bu anlamdaki beslenme ihtiyaçları da değişir ve artarak yaşlılık
dönemine kadar en yüksek seviyeye ulaşır. Yaşlılık döneminde ise duygusal
ihtiyaçlar değişerek bir kısmı ortadan kalkar ama insanın duygusal anlamda
beslenme ihtiyacı hiç bitmez. Duygusal ihtiyaçlar bittiğinde geriye zaten insan
kalmaz!
İnsanın
beyin ve düşünce sisteminin gelişimini tek bir hat üzerinde gidip gelen trenle
Paris metro hatları gibi yoğun bir taşıma ağı arasında seyahat eden trene benzetebiliriz.
Bazı insanlar tek hat üzerinde gidip gelen tren gibi çok basit düşünce
yapısıyla yaşamını sürdürürken bazı insanlar metroda bir yoldan başka bir yola
geçerek bambaşka yerlere gidip gelir. Bu zenginlik, bir bakıma insanların
seçimidir.
Eğitimci
olarak, insanların fizyolojik ihtiyaçlarının dışındaki beslenme
alışkanlıklarını her zaman çok önemsedim. Bir edebiyat öğretmeninin edebiyatçı
olması için ne yapması gerektiğini, fizik öğretmeninin nasıl fizikçi olacağını
düşündüm, tartıştım. Özellikle yönetici ve öğretmenlerin bu anlamdaki beslenme alışkanlıklarının onları ne
denli farklı kıldığını, entelektüel birikimin öğrenme ve ilham olma anlamında onlara
ve süreçlerine ne çok değer kattığına inandım.
Duygusal
anlamda beslenmeyen, beslenmesi gerektiğinin farkında olmayan veya bunu
beceremeyen bir eğitimci “yetiştireceği” öğrencilere ne verebilir? Dersi
anlatıp çıkmayla bu iş olsaydı, eğitimle ilgili birçok sorunumuz da olmazdı.
Ülkemizin
şu an için en önemli kayıplarından birisi, entelektüel yapıdan uzaklaşılmasıdır.
Düşünme, sorgulama ve estetik kaygı gerektirmeyen alışkanlıklar, toplumu uygarlıktan
uzaklaştırmaktadır. AVM’lerde alışveriş yaparak ve bunu da normalleştirerek mutluluğu
sadece satın almaya ve sahip olmaya indirgeyen bir toplum yaratılmaktadır.
Yaşam şekli olarak bunu öğrenen, cep telefonu, tablet, bilgisayar, televizyon
gibi teknolojik ürünlere bağımlı bir kitle yaratılmıştır.
Zenginliği
sadece ekonomik güç ve beslenmeyi sadece karnını doyurmak olarak görenler,
sanırım aynı zamanda en kolay yönetilenlerdir.
Beslenme
önemlidir ama fizyolojik beslenme de olduğu gibi duygusal olarak da neyle
beslendiğiniz çok daha önemlidir.
Peki,
siz duygusal anlamda nasıl ve neyle besleniyorsunuz?
Ömer
ORHAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder