26 Ocak 2019 Cumartesi

Öğretmenlerin de ödevi var



Ev ödevi, ara tatil ödevi, sömestr ödevi, yaz tatili ödevi, en önemlisi ve en değerlisi ancak üzerinde en az konuşulanı “ödev hazırlama ödevi”. Ödev hazırlamayı incelemeden önce bilinen hâliyle öğrenci ödevlerini gözden geçirelim…

Her eğitim-öğretim yılı başında, her dönem sonunda ve tatiller öncesinde ödev konusu tartışmaya açılıyor. Beklentiler çok yüksek ama ne veren razı, ne alan razı…

Ödev gerekli midir? 

Kimi okul ödev vermemekle “övünürken”, kimisi de kontrolsüz, gerçek dışı ve iyi hazırlanmamış ödevlerle ödevi amaç hâline getirerek öğrencinin düşünmesini yok ediyor.

Bazı anne babalar, iyi eğitimin ödevlere bağlı olduğunu düşünürken, bazıları ödevlerin abartılmaması gerektiğini, bir kısmı ise ödevlerin anlamlı olmadığını savunuyor.

Hangisi doğru? Kim haklı?

Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “Sen de haklısın!”. Herkesin haklılık payı var ama nereden baktığınıza bağlı. Sorun, genelde ödev konusuna sığ bakılıyor olması.

Öğrenen kişinin öğrendiği konuyu pekiştirmesi için tekrarın gerekliliği kabul edilebilir. Bu anlamda zihinsel bir aktivite şart! Ödevler zihni ne kadar harekete geçiriyor bilmem ama bildiğim şey ödevin niceliğinden çok niteliğinin önemli olduğu.

Ödevin ne amaçla verildiğine iyi bakmak lazım. “Öğrenmek amaçlı” üst başlığında olduğuna hiç şüphe yok ne var ki öğrenilen bilginin kalıcı olması için ciddi anlamda yapılandırılması gerekiyor. Yapılandırılmamış bilgi istenildiği kadar ödevlerle tekrar edilsin, kısa süreli öğrenme gerçekleştiği sürece unutulmaya mahkûmdur.

Ben, ödevi yapandan çok verenin dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Yani öğretmenler ödev vermeden önce şu soruların yanıtlarını vermelidir.

Öğrencilerin hazır bulunurluklarını nasıl anlayabilirim?

Farklı öğrenme biçimlerine sahip öğrencilere hitap edecek ödevleri nasıl hazırlamalıyım?

Öğrencilerin ilgisini çekecek ve yoğun zihinsel aktivite sağlayacak ödev nasıl hazırlanır?

Her öğrenciye aynı ödevi vermek yerine öğrencileri gruplamalı hatta her öğrenci için ayrı ödevler mi hazırlamalıyım?

Öğrencilerin becerilerini geliştirmek için ödevleri nasıl tasarlamalıyım?

Meraklarını tetikleyerek, öğrencilerin hedeflenen kazanımların ötesine geçmesini nasıl sağlayabilirim?

Disiplinler arası etkileşimi gerekli kılacak bir ödevi nasıl hazırlayabilirim?

Ödevi bir ceza veya ödül olmaktan nasıl çıkartabilirim?

Ödev vermeden önce öğrencileri nasıl hazırlamalıyım?

Öğrencilerin ödev süreçlerine dâhil ve onlara bu süreçlerde kılavuz olabilir miyim?

Ödev süreçlerinin etkinliği ve verimliliğini nasıl izleyebilirim?

Ödevlerin değerlendirilmesinde nasıl bir yol, yöntem izlemeliyim?

Ben sorumluluk duygusu almış herkesin birçok ödevinin olduğunu ve bu ödevleri de kabul ettiğini düşünüyorum. Zaten sorunumuz sorumluluklarının farkında olmayan insanlara verilen ödevlerin ne olduğu ve ödev verenler değil mi? 

Sürdürülebilir ve tam öğrenmeyi sağlamak için ödevlerin yapılandırılması şart. Ancak yamalı bohçaya dönmüş olan eğitim-öğretim sistemi ters yüz edilmediği sürece ödev konusu bitmez. Elbette fatura da her zaman öğrenciye kesilir. Ne yazık!


Ömer ORHAN

Ortaya karışık öğretim



-       Donat oğlum masayı!
-       Ne vereyim abime?
-       Getir işte.
-      

-       En iyisi ortaya karışık yap!

Bazen menüyü okumaya bile tenezzül etmeyiz. Oysa yemeği daha lezzetli kılmak için ritüellerini de yerine getirmek lazım. Ancak bu da bir kültür meselesi olup bilgi, ilgi ve görgü gerektirir.

Ne yiyeceğimize karar veremediğimizde en kolay sipariş, “ortaya karışık” olur. Biraz ondan, biraz bundan, isteyen istediğinden alsın durumu yani. Oh, mis. Alan razı, satan razı…

Konfeksiyon yaşamlarımızın, ayaküstü, özensiz hâlleri.

Eğitime baktığımızda da benzerlikler görüyoruz. Okullarda okutulan dersler; genel kültür, alan bilgisi adı altında farklı beklenti, amaç ve “stratejiler” için çeşitlendirilmiştir. Ortak dersler dediğimiz ve paketlediğimiz birçok ders var. Bunların, çocuklar için önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. 

Ayıp olmasın diye de birkaç dersi onların seçimine sunuyor, çoğunlukla onlar adına da biz seçiyoruz! Adı seçmeli yani.

Her dersi, öylesine değerli ve gerekli kılmışız ki sıkıysa öğrenme! Bu sistemde öğrenmeyen geride kalır! Testleri yapamaz, düşük puanlar alır, not ortalaması düşer ve sınavlarda başarılı olamaz. Kâbus gibi bir şey. Korku treninde yolculuk eder gibiyiz. Sonunda aydınlığa ulaşacağımızın garantisi de yok üstelik. Ya yanlış trene bindiysek?..

Derslerin her biri ayrı bir matruşka bebek gibi açtıkça içinden başka bir bebek çıkıyor. Yani derslerin müfredatları o kadar yoğun (konsantre) ki “sulandırmadan almak” neredeyse mümkün değil. Neyse ki en iyi başardığımız iş, “sulandırmak”!

Okul ve ders sürelerinin uzunluğu; programların yükünü hafifletmek yerine çok daha fazla yoğunluğa neden olurken ne öğrenciler ne de öğretmenlerin kendilerini geliştirmesine, keşfetmesine ve kendine zaman ayırmasına fırsat tanımıyor.

Okullar düzeylere, düzeyler sınıflara, sınıflar kimi zaman seviyelere göre oluşturuluyor. Farklı öğrenme biçimlerindeki öğrencilerin tümüne aynı yöntem ve tekniklerle bilgi aktarılıyor. Anlatılanı az anlayan ve anlamayanlara ise kurslar ve kısmi ders tekrarları yapılıyor. Bu ders tekrarları da çoğu zaman, oluşturulan karma gruplarla yine aynı yöntemlerle gerçekleşiyor. Öğretmen konuyu ve müfredatı yetiştirme kaygısıyla geride kalan öğrenci için daha fazla zaman ayıramıyor, bu nedenle geride kalmanın bedelini de öğrenci ödüyor. 

Ev ödevleri ise ayrı bir trajedi! Her ders önemli olunca, her dersten verilen ödevler de bir o kadar önemli kabul ediliyor. Gün içinde tükenmiş ve zorla ayakta duran öğrenci her gece bir daha yıkılıyor.

Kısacası, bunca koşuşturma içerisinde ve hayatının baharında faturayı ödeyen öğrencilerin durumu içler acısı. 

Vücudundaki değişimleri daha anlamlandıramamış ve hormonlarına söz geçiremiyorken;
bir nedenle dersi kaçırdığı,
sağlık sorunu yaşadığı,
dikkati dağıldığı,
aşık olduğu veya aşkı olmadığı,
ailevi sıkıntıları,
fiziki koşulları,
ekonomik durumunun yetersizliği,
psikolojik çöküntüleri,
travmaları ve çoğaltabileceğimiz onlarca nedenle odaklanamayan öğrencinin dersi anlamamak gibi bir lüksü yok! Beylik laflarla ve kuru nasihatlerle onu anladığımızı söyledikten sonra ne işe yaradığı belli olmayan, ortaya karışık bir sözle de görevi tamamlıyoruz. Daha çok ÇALIŞMALISIN! Ne önerme ama!

Elbette bu koşuşturma içinde tam öğrenme gerçekleşmeden, süreç hızla devam ediyor. Başaramadığı duygusunu yaşayan öğrencinin hevesi kırılıyor ve derse ilgisini yitiriyor. Öğrenmeden veya eksik bilgiyle bir sonraki konuyu takip etmek ve anlamak zorlaştığı için, her geçen gün başarısızlık da kaçınılmaz oluyor.

Böylesi bir eğitim sisteminde yetişmiş öğretmenlerin durumu da pek farklı değil. Oluşturulan okul ve sınıf düzeninde, bunca ders çeşitliliği, yoğun müfredatlar ve sınav sistemi ile öğretmenlerin elleri, kolları bağlanarak yaratıcılıkları da yok ediliyor. 30 yıllık meslek hayatımda çok az öğretmenin mücadeleden vazgeçmediğini, mevcut durumu kabullenmediğini gördüm. 

Oyunda top çevirmek gibi, öğretmen topu zümre başkanına, zümre başkanı müdüre, müdür kurucu temsilcisine, kurucu temsilcisi bakana, bakan kendinden önceki bakana, önceki bakan daha önceki bakana… atıyor. Sonunda, herkes ağız birliği yapmış gibi topu sisteme bırakıyor. Anlayacağınız bizim top, bir türlü ne kale ne de pota yüzü görüyor.

Her ne kadar TDK’ye göre “sistem” düzen anlamına gelse de ironik bir şekilde sistemsizliğe sistem diyerek düzensizliği kabul etmiş görünüyoruz. Aslında hakkını yemeyelim; “bir sistem” kurulmuş ama 18 yıl çocukları okullara bağlayan ve başarısızlığın tüm bedelini yine çocuklara ödeten bir sistem bu!

18 yıl boyunca keyifle yolculuk edeceklerini düşündükleri öğrenim yolculuğunda; bilmeden bindikleri korku treniyle serüvene atılan öğrenciler; her istasyonda biraz daha merak, yaratıcılık ve öğrenme isteğini yitiriyor. Korku treni makinistlerinin çoğu yolculuğu tamamlamadan, sıkıştığında kendini trenden atıp kurtarıyor. Olan, yine öğrencilere olurken geride sıfırlanmış bir sorgulama, öğrenilmiş çaresizlik, itaat ve salt görev için yapılan işler kalıyor.

Ortaya karışık öğretim sistemiyle ortalama birikim, ortaya karışık eğitim sistemiyle de ortaya karışık bir kültür! Hepsi bu…

Ömer ORHAN

Hocam!



Ne büyük bir kabul.

Ne büyük bir iltifat ve ne büyük bir beklenti…

“Hocam”, ilk defa ODTÜ’de kullanılmaya başlanmış ve sonrasında Ankara’nın geneline ve tüm ülkeye yayılan bir hitap ve sesleniş biçimi olmuştur. Üniversite öğrencileri kendi arasında kullandığı bu sözcüğe farklı anlamlar yüklese de toplum tarafından pek bir benimsenmiştir.

Bundan 30 yıl önce “öğretmenim”in yerini alırken çok sorgulanmış ve özellikle ilkokul öğretmenleri tarafından uygun görülmemiş; ancak sonraları özellikle liselerden başlayarak tüm kademelerde yaygınlaşmıştır. 

Böylesi bir hitap sadece bize özgü değildir. Yurt dışında da benzer hitaplar olduğunu biliyoruz. Her ülkenin seslenişi farklılık gösterse de öğretmenlere bir saygı durumu hep var. Örneğin; İngiltere’de “Sir” (sör-efendim)! “Yes, sir”; emredersiniz/başüstüne! Yani bir nevi bu işin pirisin, “önden buyur” demektir. 

Amerika’da hocam yerine, soyadınızla yani Bay Orhan veya Orhan Bey diye hitap edilse de, bize fazla resmî gelir. Bizler sıcakkanlı insanlarız, yakınlaşmayı ve yüceltmeyi pek sever, hatta biraz da abartırız.

Varsın abartı olsun, öğretenlerimiz, hocalarımız bizim için kıymetlidir.

Öğretse de öğretemese de “hocalık” peşin peşin verilen bir sıfat, san (titr) olup öğretmenin oturtulduğu mertebe ve öğrenci tarafındaki beklenti çok yüksektir. 

Hz. Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” derken aslında ilim, irfan sahibi olmak için mütevazı şekilde, öğretme işinin değerini arttırmak adına bir harf öğretene yönelik olarak ciddi bir saygı göstermiştir.

Tarih boyunca bilgi değerli sayılmış ve “yokluk” zamanlarında bilgi sahibi olan kişiler ayrı tutulmuştur. Özellikle yazının bulunmasından ve kullanılmasından sonra hemen hemen her toplumda öğretmenin varlığından ve gördüğü saygıdan haberdarız. Ama unutmayalım ki 200 yıl öncesine kadar öğretmenler bu saygınlıklarını herkesten çok okuyarak ve öğrenerek edinmişlerdi. Kitapların yaygın olmadığı, bilgi kaynaklarının kısıtlı olduğu dönemlerde entelektüel birikim sahibi olmak hiç de kolay değildi. İnsanlar karınlarını doyurma telaşı içindeyken birilerinin soyut kavramlar üzerinde uğraşması, o dönemler için pek de akıl kârı iş değildi. Ancak bunu yapan insanların meclisinde oturulduğunda, onların ağızlarından çıkan sözler ve anlattıkları, diğerlerinin saygısını kazanırdı. 

Kısacası toplumun ağzından konuşan değil, topluma konuşan birileri vardı ve bunları dinlemek herkese iyi geliyordu. Başka bir deyişle öğretmen, herhangi bir insanın asgari bilgisinin üzerinde bilen, konuşurken farklı sözcükler kullanan ve yazabilen insandı. Bilim, sanat ve toplumsal konularda her zaman ortalamanın üzerinde olurdu. Öğretmeni, diğer insanlardan ayırmak son derece kolaydı.

1436 yılında matbaa makinesinin icadıyla kitap sayısı artmış, kitaba erişim kolaylaşmıştı. 17 ve 18. yüzyıllarda bir yandan bugünkü okul sistemi kurulurken, öğretmenlik de spesifik hâle getirilerek branşlaşma daha belirgin oldu. İyi mi oldu, kötü mü oldu buna siz karar verin ama bugünü tahlil edebilmek ve sistemdeki hataları görebilmek için doğru bilinen yanlışları ortaya çıkartmak lazımdır.

Branşlaşma, yapılan “işi” görece olarak kolaylaştırmış olsa da zamanla öğretmenleri sadece kendi alanlarına sıkıştırmış, öğrendiklerinin yeterli olduğunu düşündürmüş ve onları entelektüel birikimden uzaklaştırmıştır. Oysa öğretmenlik sadece bilgi sahibi olmakla sınırlı olmayıp bilgelik de gerektirir. Geçmişte bilgi sahibi olmak yeterliyken günümüzde bilgiye farklı kaynaklardan erişim, bilgiyi ayıklama (bilgi okuryazarlığı), bilgiyi dönüştürme ve bilgiyi kullanabilme becerisi çok daha öne çıkmıştır.

Öğrencilerin ilgisini çekmek ve saygısını kazanmak emek ister ve salt branş bilgisi, “öğretmen” olmak için görece kabul görse de yeterli değildir.

Bildiğini anlatıp çıkan hocaların yerini, internet üzerinden yayınlanan konu anlatım videoları çoktan aldı. Üstelik 7/24… Aklına takılan bir şeyler mi oldu, gece yarısı kalk ve izle. Olmadı mı 10 kere daha izle.

Okul ve binalara hapsolmuş öğretmen merkezli sistemler; testler, sınavlar ve puanların “gücüyle” ayakta durmaktadır. Yaklaşık 200 yıllık bir eğitim-öğretim sistemi çoktan çökmüştür. Bugün bilgi, artık her yerdedir, onu edinmek ise çok daha kolaydır. 

Okullarda, tüm masumiyetleriyle bizlere teslim olan çocukların, beklentilerini karşılamak için öğretmenlerin öğrenciliklerini terk etmemesi gerekir. Bahşedilen bu hitabın içini doldurmak ve hakkını vermek için testler, sınavlar, sıralamalar ve diplomaların dışında motivasyon yaratılmalıdır. Bilgiden ziyade esin (ilham) kaynağı olmak çok daha değerlidir. Esin olduğunuz insanlar, bilgiye birçok kanaldan ulaşabilir ama öğrenme isteği olmayan kişiye zorla bir şeyler öğretilemez. Bu denklem işe yaramaz, bilgi kalıcı olmaz Hocam!

Öğrencilerin, bildiklerimizi bilmesini değil, bildiklerimizin ötesine geçmesini ve hayal etmesini sağlamalıyız. 

İşte, “hocam” ağır sorumluluklar yükleyen bir sıfattır ve taşıması zordur. Sözcüklerin önemini yitirdiği günümüzde, bize ne söylendiğine, neden söylendiğine kulak vermemiz şart.

Çocuklar; “hocam hocam gazı”yla şişirdiği balonu, bir iğneyle bile patlatabilir, unutmayalım!
Öğretmenlik, tüm dünyayı değiştirebilecek bir insana ilham olabilmek için “sihirli” bir meslek olmakla birlikte aynı zamanda yüklendiği sorumluluk gereği “vebal”i yüksek bir meslektir. 

Öğrencilerine ilham olan tüm öğretmenlere minnetle… Aman Hocam!

Ömer ORHAN