18 Nisan 2017 Salı

Büyük insanlık!

Öyküyü okurken ağıtı dinleyin... (ctrl+linke tıklayın)
https://www.youtube.com/watch?v=V20NkLs8CBQ




Zamanın durduğu, tarihin donduğu yıllardı. Ne umut ne de hayal vardı. Takvim yaprakları günlerce koparılmadan sararır, yağan kar hapsederdi yalnızlığımı… Gücü ve kudretine karşın mevsim, inadına beyaz, inadına zarifti.

Günlerce aralıksız yağan kar, penceresinin önünde dantel işleyen kızın özendiği gibi ulaşabildiği her yeri değişmeyen ustalığıyla işlerdi. Beyaz üzerine beyazla öyle bir resim yapardı ki “benim” diyen ressamı kıskandırırdı.

Toprağın minnettarlığını gökyüzüne sunan ağaçlar, canlılara kol kanat gererken kendilerini hiçe sayardı. Bazen çelimsiz dallar bazen de yıllara direnen koskoca gövdeler ağırlığa dayanamayarak devrilir, börtü böceğin korunağı olurdu.

Hayallerim bile buzla kaplanır, üşürdüm. İçimi ısıtan yegâne şey, delik lastikleri ayağıma takarak, buz gibi havada ıslanmış çoraplarla kuşları doyurmak olurdu. Onların çaresizliği benim umudumdu. Mısır tanelerini serperken, güneşli günleri ve sevdiğimi düşünürdüm. 

Yokluk kötüdür! Hayallerinde bile varlığı yaşatmaz insana. 

Korkaklığından değil de belki onurundan gelemeyen diğer kuşlar nasiplensin diye son kalan taneleri de etrafa savurur, yüzümü soğuktan kavuran havayı ciğerlerime doldurup evime geri dönerdim.

Anadolu’da birçok yerden kuş uçmaz, kervan geçmezdi. Doğa her isteyene, her istediğinde de geçit vermezdi. Ona çok şey borçluydum. Dinlemeyi, anlamayı, farklılıklara saygı duymayı, uyum sağlamayı, boyun eğmemeyi, ayakta kalmayı, direnmeyi, üretmeyi ve paylaşmayı öğretti bana.

Kışın gelen hastalık ya iz bırakır ya da öldürürdü. Bu nedenle güzel şeylerden çok hasta olmamayı dilerdik. Yakınlarda hastane olmadığı gibi çok uzaklardakilere de ulaşma imkânı yoktu. Cesaretle yola çıkanlar ise yollarda ölürdü.

Okul binası vardı ama içi boştu. Hiçbir zaman da her şeyi tam olmamıştı. Okul açıkken öğretmen, öğretmen olduğunda okul olmazdı, her ikisi denk geldiğinde de ben olamazdım. Çalışmak lazımdı, sorumluluk fazla, adam azdı. İş başa düştüğünde yakınmak, kaçmak olmazdı.

Köyde herkesin yapabileceği bir iş mutlaka bulunur; ayakta kalmak, bir sonraki günün, haftanın ve ayın işlerini kotarmak önceliğimiz olurdu.

Televizyonu duymamıştık, transistörlü bir radyo vardı ama onda da yayın yoktu. Karışan dalga boylarında, komşu ülkelerden yakaladığımız cızırtılı sesleri dinlerken başka birilerinin olduğunu, bu dünyada yalnız olmadığımızı düşünürdük. 

Sayfaları iyice sararmış, cildi bozulmuş yaprakları kopmuş ve nereden elimize geçtiğini bilmediğim bir kitabım vardı. İçi sadece yazılarla kaplı ama kapağı resimliydi. Gerçek olamayacak kadar güzeldi, çoğu zaman onu elime alıp hayran hayran bakardım. 

Gazeteyi ilçelerde zor görürdük. 

Üst baş değişmek nedir bilmez, bayramdan bayrama, düğünden düğüne gömlek giyerdik.

Köyün en okumuşu öğretmendi ama o da sıklıkla değiştiği için caminin imamı en bilgili kabul edilirdi.

Sorularım olur ama yanıt bulamazdım.  Ben de her şeyi çaresizce ve bilgisizce kabul eder, “başkasının da mümkün olduğunu” bilmeden yaşar giderdim.

Evimiz, her türlü hava koşuluna yüzlerce yıl dayanacak güçte olan kestane ağaçlarından yapılmıştı. Bu ev bizim ikinci evimizdi. İlk evimiz…

Ben o zaman küçüktüm. 

Yine karlı bir kış günüydü, babamla ormanın derinliklerinden ağaç diplerine dökülmüş kuru dal parçalarını toplamaya gitmiştik. Orman her zaman olduğu gibi bereketini bize sunmuş, aldığımız yükümüzle dönüş yolunu tutmuştuk. İple sardığımız dallar sırtıma batıyor, yüküm düşmesin diye doladığımız ipin ucu parmaklarımı kesiyordu. Hava soğuk, yol uzun, yük ağırdı. Bir an önce eve ulaşarak, ateşin başında sıcak bir bardak çayın hayali ile yürüyorduk ki ilerimizde genç bir geyiğin yerde yattığını ve can havliyle çırpındığını gördük, yaklaştık. Bir avcı kapanına ayağını kaptırmış, kocaman gözleriyle çaresizce yardım dileyen bakışlarıyla bakarken, korkudan kalbinin yerinden çıkacakmış gibi attığını gördüm. Birbirimize destek olarak yükümüzü sırtımızdan indirdik. Bir köpek balığının çeneleri gibi güçlü kapan, zavallı hayvanın arka bacağını sıkıştırmıştı. Güçlükle kapanı açtık ama serbest kalan bacağın derisi sıyrılmış, kanıyordu. Babam gömleğinin alt kısmından bir parça yırtıp hayvanın bacağına sardı. Bir geyik için sahip olduğu iki gömlekten birini, tereddüt etmeden yok eden babam, bana çok önemli bir ders de vermiş oldu. İçinde bulunduğumuz koşullara göre her canlı aynı saygıyı hak ediyordu, bunu öğrendim.  

Yükümüzü sırtımıza alıp yola koyulurken, tek zenginliğim olan anılarıma bir tane daha eklenmişti. Genç geyiğin korkudan dehşete düşmüş acı çeken hâli ve babamın şefkat dolu bakışlarını hayatım boyunca unutamadım.

Yüzümüz soğuktan kesilmiş, babamın bıyıkları yer yer buzla kaplanmış, yanaklarımız al al olmuştu. Kış geldiğinde sıcağa hasret ayaklarım su içinde, parmaklarım donmak üzereydi. Tüm olumsuzluklara rağmen sözcüklerle anlatılamaz bir mutlulukla gözlerimiz ışıldıyor, söylediğimiz türküye ormandaki diğer canlıların eşlik ettiğini düşlüyordum. 

Sırtımızda yükle ormanın içinde ilerlemek zordu. Çamurla karışmış, çürümüş sonbahar yapraklarına bata çıka yürürken ayağımızdaki yırtık lastikler, ne ayağımızı koruyor ne de başka bir işe yarıyordu. 

Gökyüzü her zamankinden karanlıktı. Ağaçların seyreldiği bir aralıktan karşıya baktığımızda, gökyüzünü siyaha boyayanın duman olduğunu ve evimizden yükseldiğini görmüştük. Bir ömür gibi geçen birkaç saniye durduk. Babam yükünü sırtından fırlattığı gibi koşmaya başladı…

…işte, ilk ev trajik bir şekilde yanarak yok olmuş, geride sadece anılar bırakmıştı. Yangın, annemi ve kardeşimi de bizden almış, dumanıyla gökyüzüne savurmuştu.

O günden sonra yıllarca türkü söyleyemedim.

Bir gün babamın hastalığı beni şehre inmeye mecbur etmişti. Şehrin tek hastanesinde saatlerce sedyede doktor beklerken insanları gözledim. Önce hâlimize şükrettim, böyle öğretilmişti bize… Çok şükür hâlimize!

Sonra, parası olanın daha fazla itibar gördüğünü görünce üzüldüm. Kimsenin umurunda değildik. Kızdım! İçimin yandığını hissettim, yere çöktüm. Öylece kaldım.

Babam için yer olmadığını, ertesi gün geri gelmemizi söylediler. Bir çırpıda söyledikleri sözler beynimi ezip geçmişti. Köye dönmeye imkân yoktu, otelde kalmak için de para… Çaresiz hastane bahçesinde bir yere oturduk ve beklemeye koyulduk. Yanımızdaki mısır ekmeğinin kırıntılarını yemeye çalışan zayıf ve ürkek kedi yavrusuna elimdeki son parçayı verdiğimde bir sesle irkildim.

-       Beslemeyin kardeşim şu hayvanları, sonra gitmiyorlar buralardan. 

Ne çirkin bir sesti, kalbinin kötülüğü ağzından aktı gitti sanki. Önce küfrettim içimden, sonra tövbe dedim… Dedim de ne küfrüm ne de tövbemle bir şey değişmemişti. 

Buram buram ter döken babamın inlemesi sabaha kadar sürmüş ve bitmek bilmemişti. Hayatımın en uzun gecesiydi. Günün ilk ışıkları üzerimize düşen gecenin nemini alırken o ana kadar bize en adil davranan da o olmuştu.

Acılar içinde kıvranan babam için iyi haber gelmemişti. Doktorun sözleri kurşun gibi hızlı ve ağırdı. Gözümüz gibi baktığımız topraklarda karın tokluğuna yetiştirdiğimiz ürünlerin hatırı da ancak bir morfin ediyor olmalıydı. Ne yatıracak yer ne de yapılacak fazladan morfin ederimiz yoktu. 

Küfrettim ama tövbe etmedim bu kez.

Köye dönüş yolunda bir ağacın altında babamın kocaman ellerini ellerimin içine aldım. Gözlerine baktım son kez olduğunu bilmeden… 

Ve yıllar sonra ilk kez o kestane ağacının altında bir ağıt mırıldandım. Daim Yusuf orti…

Babamı, köy mezarlığında, anne ve kardeşimin yanına gömerken aynı ağıtı zihnimde söylüyordum. Gösterişten uzak bu alanda babamı toprağa verdikten sonra yıllarca her hafta bir gece yarısı, bir geyiğin babamın mezarının başına geldiği, birkaç dakika kaldığı ve kaybolduğu görülmüştü. Kimsenin anlam veremediği ve bir sürü hikâye uydurduğu gerçeği ben biliyordum ama bunu hiçbir zaman hiç kimseyle paylaşmadım. “Sözde büyük insanlığın” son nefesinde babama çok gördüğü vefayı, bir geyiğin gösterdiğini hangi sözcüklerle ve nasıl anlatabilirdim ki? 

Artık bizi karanlıklarıyla boğanlara ve öfkeme inat okuyorum.

Hem de hiç okumadığım kadar çok…


Ömer Orhan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder