https://www.youtube.com/watch?v=V20NkLs8CBQ
Zamanın
durduğu, tarihin donduğu yıllardı. Ne umut ne de hayal vardı. Takvim yaprakları
günlerce koparılmadan sararır, yağan kar hapsederdi yalnızlığımı… Gücü ve
kudretine karşın mevsim, inadına beyaz, inadına zarifti.
Günlerce
aralıksız yağan kar, penceresinin önünde dantel işleyen kızın özendiği gibi
ulaşabildiği her yeri değişmeyen ustalığıyla işlerdi. Beyaz üzerine beyazla
öyle bir resim yapardı ki “benim” diyen ressamı kıskandırırdı.
Toprağın
minnettarlığını gökyüzüne sunan ağaçlar, canlılara kol kanat gererken
kendilerini hiçe sayardı. Bazen çelimsiz dallar bazen de yıllara direnen
koskoca gövdeler ağırlığa dayanamayarak devrilir, börtü böceğin korunağı
olurdu.
Hayallerim
bile buzla kaplanır, üşürdüm. İçimi ısıtan yegâne şey, delik lastikleri ayağıma
takarak, buz gibi havada ıslanmış çoraplarla kuşları doyurmak olurdu. Onların
çaresizliği benim umudumdu. Mısır tanelerini serperken, güneşli günleri ve
sevdiğimi düşünürdüm.
Yokluk
kötüdür! Hayallerinde bile varlığı yaşatmaz insana.
Korkaklığından
değil de belki onurundan gelemeyen diğer kuşlar nasiplensin diye son kalan
taneleri de etrafa savurur, yüzümü soğuktan kavuran havayı ciğerlerime doldurup
evime geri dönerdim.
Anadolu’da
birçok yerden kuş uçmaz, kervan geçmezdi. Doğa her isteyene, her istediğinde de
geçit vermezdi. Ona çok şey borçluydum. Dinlemeyi, anlamayı, farklılıklara
saygı duymayı, uyum sağlamayı, boyun eğmemeyi, ayakta kalmayı, direnmeyi,
üretmeyi ve paylaşmayı öğretti bana.
Kışın
gelen hastalık ya iz bırakır ya da öldürürdü. Bu nedenle güzel şeylerden çok
hasta olmamayı dilerdik. Yakınlarda hastane olmadığı gibi çok uzaklardakilere
de ulaşma imkânı yoktu. Cesaretle yola çıkanlar ise yollarda ölürdü.
Okul
binası vardı ama içi boştu. Hiçbir zaman da her şeyi tam olmamıştı. Okul
açıkken öğretmen, öğretmen olduğunda okul olmazdı, her ikisi denk geldiğinde de
ben olamazdım. Çalışmak lazımdı, sorumluluk fazla, adam azdı. İş başa
düştüğünde yakınmak, kaçmak olmazdı.
Köyde
herkesin yapabileceği bir iş mutlaka bulunur; ayakta kalmak, bir sonraki günün,
haftanın ve ayın işlerini kotarmak önceliğimiz olurdu.
Televizyonu
duymamıştık, transistörlü bir radyo vardı ama onda da yayın yoktu. Karışan
dalga boylarında, komşu ülkelerden yakaladığımız cızırtılı sesleri dinlerken
başka birilerinin olduğunu, bu dünyada yalnız olmadığımızı düşünürdük.
Sayfaları
iyice sararmış, cildi bozulmuş yaprakları kopmuş ve nereden elimize geçtiğini
bilmediğim bir kitabım vardı. İçi sadece yazılarla kaplı ama kapağı resimliydi.
Gerçek olamayacak kadar güzeldi, çoğu zaman onu elime alıp hayran hayran
bakardım.
Gazeteyi
ilçelerde zor görürdük.
Üst
baş değişmek nedir bilmez, bayramdan bayrama, düğünden düğüne gömlek giyerdik.
Köyün
en okumuşu öğretmendi ama o da sıklıkla değiştiği için caminin imamı en bilgili
kabul edilirdi.
Sorularım
olur ama yanıt bulamazdım. Ben de her
şeyi çaresizce ve bilgisizce kabul eder, “başkasının da mümkün olduğunu”
bilmeden yaşar giderdim.
Evimiz,
her türlü hava koşuluna yüzlerce yıl dayanacak güçte olan kestane ağaçlarından
yapılmıştı. Bu ev bizim ikinci evimizdi. İlk evimiz…
Ben
o zaman küçüktüm.
Yine
karlı bir kış günüydü, babamla ormanın derinliklerinden ağaç diplerine dökülmüş
kuru dal parçalarını toplamaya gitmiştik. Orman her zaman olduğu gibi
bereketini bize sunmuş, aldığımız yükümüzle dönüş yolunu tutmuştuk. İple
sardığımız dallar sırtıma batıyor, yüküm düşmesin diye doladığımız ipin ucu
parmaklarımı kesiyordu. Hava soğuk, yol uzun, yük ağırdı. Bir an önce eve
ulaşarak, ateşin başında sıcak bir bardak çayın hayali ile yürüyorduk ki
ilerimizde genç bir geyiğin yerde yattığını ve can havliyle çırpındığını
gördük, yaklaştık. Bir avcı kapanına ayağını kaptırmış, kocaman gözleriyle
çaresizce yardım dileyen bakışlarıyla bakarken, korkudan kalbinin yerinden
çıkacakmış gibi attığını gördüm. Birbirimize destek olarak yükümüzü
sırtımızdan indirdik. Bir köpek balığının çeneleri gibi güçlü kapan, zavallı
hayvanın arka bacağını sıkıştırmıştı. Güçlükle kapanı açtık ama serbest kalan
bacağın derisi sıyrılmış, kanıyordu. Babam gömleğinin alt kısmından bir parça
yırtıp hayvanın bacağına sardı. Bir geyik için sahip olduğu iki gömlekten
birini, tereddüt etmeden yok eden babam, bana çok önemli bir ders de vermiş
oldu. İçinde bulunduğumuz koşullara göre her canlı aynı saygıyı hak ediyordu,
bunu öğrendim.
Yükümüzü
sırtımıza alıp yola koyulurken, tek zenginliğim olan anılarıma bir tane daha
eklenmişti. Genç geyiğin korkudan dehşete düşmüş acı çeken hâli ve babamın
şefkat dolu bakışlarını hayatım boyunca unutamadım.
Yüzümüz
soğuktan kesilmiş, babamın bıyıkları yer yer buzla kaplanmış, yanaklarımız al
al olmuştu. Kış geldiğinde sıcağa hasret ayaklarım su içinde, parmaklarım
donmak üzereydi. Tüm olumsuzluklara rağmen sözcüklerle anlatılamaz bir
mutlulukla gözlerimiz ışıldıyor, söylediğimiz türküye ormandaki diğer canlıların
eşlik ettiğini düşlüyordum.
Sırtımızda
yükle ormanın içinde ilerlemek zordu. Çamurla karışmış, çürümüş sonbahar
yapraklarına bata çıka yürürken ayağımızdaki yırtık lastikler, ne ayağımızı
koruyor ne de başka bir işe yarıyordu.
Gökyüzü
her zamankinden karanlıktı. Ağaçların seyreldiği bir aralıktan karşıya
baktığımızda, gökyüzünü siyaha boyayanın duman olduğunu ve evimizden yükseldiğini
görmüştük. Bir ömür gibi geçen birkaç saniye durduk. Babam yükünü sırtından
fırlattığı gibi koşmaya başladı…
…işte,
ilk ev trajik bir şekilde yanarak yok olmuş, geride sadece anılar bırakmıştı.
Yangın, annemi ve kardeşimi de bizden almış, dumanıyla gökyüzüne savurmuştu.
O
günden sonra yıllarca türkü söyleyemedim.
Bir
gün babamın hastalığı beni şehre inmeye mecbur etmişti. Şehrin tek hastanesinde
saatlerce sedyede doktor beklerken insanları gözledim. Önce hâlimize şükrettim,
böyle öğretilmişti bize… Çok şükür hâlimize!
Sonra,
parası olanın daha fazla itibar gördüğünü görünce üzüldüm. Kimsenin umurunda
değildik. Kızdım! İçimin yandığını hissettim, yere çöktüm. Öylece kaldım.
Babam
için yer olmadığını, ertesi gün geri gelmemizi söylediler. Bir çırpıda
söyledikleri sözler beynimi ezip geçmişti. Köye dönmeye imkân yoktu, otelde
kalmak için de para… Çaresiz hastane bahçesinde bir yere oturduk ve beklemeye koyulduk.
Yanımızdaki mısır ekmeğinin kırıntılarını yemeye çalışan zayıf ve ürkek kedi
yavrusuna elimdeki son parçayı verdiğimde bir sesle irkildim.
- Beslemeyin kardeşim şu hayvanları, sonra gitmiyorlar
buralardan.
Ne
çirkin bir sesti, kalbinin kötülüğü ağzından aktı gitti sanki. Önce küfrettim
içimden, sonra tövbe dedim… Dedim de ne küfrüm ne de tövbemle bir şey
değişmemişti.
Buram
buram ter döken babamın inlemesi sabaha kadar sürmüş ve bitmek bilmemişti.
Hayatımın en uzun gecesiydi. Günün ilk ışıkları üzerimize düşen gecenin nemini
alırken o ana kadar bize en adil davranan da o olmuştu.
Acılar
içinde kıvranan babam için iyi haber gelmemişti. Doktorun sözleri kurşun gibi
hızlı ve ağırdı. Gözümüz gibi baktığımız topraklarda karın tokluğuna
yetiştirdiğimiz ürünlerin hatırı da ancak bir morfin ediyor olmalıydı. Ne
yatıracak yer ne de yapılacak fazladan morfin ederimiz yoktu.
Küfrettim
ama tövbe etmedim bu kez.
Köye
dönüş yolunda bir ağacın altında babamın kocaman ellerini ellerimin içine
aldım. Gözlerine baktım son kez olduğunu bilmeden…
Ve yıllar
sonra ilk kez o kestane ağacının altında bir ağıt mırıldandım. Daim Yusuf orti…
Babamı,
köy mezarlığında, anne ve kardeşimin yanına gömerken aynı ağıtı zihnimde
söylüyordum. Gösterişten uzak bu alanda babamı toprağa verdikten sonra yıllarca
her hafta bir gece yarısı, bir geyiğin babamın mezarının başına geldiği, birkaç
dakika kaldığı ve kaybolduğu görülmüştü. Kimsenin anlam veremediği ve bir sürü hikâye
uydurduğu gerçeği ben biliyordum ama bunu hiçbir zaman hiç kimseyle paylaşmadım.
“Sözde büyük insanlığın” son nefesinde babama çok gördüğü vefayı, bir geyiğin
gösterdiğini hangi sözcüklerle ve nasıl anlatabilirdim ki?
Artık
bizi karanlıklarıyla boğanlara ve öfkeme inat okuyorum.
Hem
de hiç okumadığım kadar çok…
Ömer
Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder