En
zayıf yönünüz veya en büyük zaafınız nedir diye sorulsa ne yanıt verirsiniz?
- Mükemmeliyetçiyim.
- Çabuk pes ederim.
- Sabırsızım.
- Hayalperestim.
- Fazla duygusalım.
- Sebat edemem.
Bu
örnekler çoğaltılabilir ve biliyoruz ki kişiden kişiye de değişir ancak
kimsenin aklına herkeste var olan zayıflık gelmez: dedikodu, namıdiğer “gıybet”. Yapmayan var mıdır ki?..
Bence
insanın en zayıf “özelliklerinden” birisidir dedikodu. Rastgele yapılanı, ince ince
işleneni, tasvirlisi, teşviklisi, fütüristi, yeniden yapılandırılanı,
gizliden ya da alenen yapılanı gibi envaiçeşidi vardır. Hatta o kadar çok
revaçtadır ki dedikodu üretenler, “insanı gençleştirdiği”
gibi abuk bir espri ile yaptıklarını örtmeye bile çalışırlar.
Kendisine
yönelik yapılınca rahatsız olanlar, üç gün sonra kendileri yapınca yapılanı mübah
görürler ki neresinden bakarsanız bakın, büyük bir çelişkidir.
Tamamen
insanın yetiştirilme tarzı ve yapısı ile ilgili bir mesele olan dedikodu,
aileden başlayarak okulda, iş hayatının her kademesinde ve toplumun her
kesiminde yaşatılmaktadır. Üstelik cinsiyet ayrımının olmadığı neredeyse tek
paylaşım şeklidir. Erkekler arasında, kadınlar arasında, erkekle kadınlar
arasında hatta çocuklar arasında bile sıklıkla icra edilmektedir.
Bazen
ayaküstü yapılan dedikodu, apartman günlerinde kısır, börek eşliğinde, bol
karbonhidratla zirve yaparken, bazen en elitist ortamlarda içkiden sonra
kahveler içilirken köpürtülür.
Herkes
kendini “mükemmel” gördüğü için potansiyel olarak kendisi dışındaki insanların
mutlaka eleştirilecek, çekiştirilecek tarafının olduğu var sayılır. Ortam da
uygunsa ver veriştir! Ayıpmış, günahmış, boş ver…
Ya vicdan?..
Herkes
yapıyor ya sorun değil. Üstelik vicdanı serinletecek bir şeyler nasıl olsa
bulunur.
İnsanın
kendi hatalarını görmezden gelmesi için vicdanının bu bölümünde sanayi tipi
klima takılı olması gerek. Üfledikçe serinliyor, serinledikçe konuşuyor.
Maşallah,
dedikodu azmini başka alanlarda gösteriyor olsaydı, insanoğlu çoktan farklı
evrenlere ulaşmıştı. Ancak bakınız ulaştığı noktada sadece hızla kendi sonunu
hazırlıyor gibi. En azından küresel ısınma anlamında bile son 3000 yılda kat
ettiği yola, son 200 yılda ulaştı. Bunun dedikodu ile bir alakası yok ancak
bozuk olan ve değiştirilemeyen DNA yapısı ile alakası var. Bencil yapısı ve
patlamak üzere olan egosuyla çoğu insanın en
büyük handikabı, ne kendini tanıyor olması ne de “ötekine” saygı duyuyor olması
belki de.
Ne
var ki bazı insanlar, siz yanında herhangi birinden konuşmaya başladığınızda hatta
biraz da eleştirel dil kullandığınızda ya susar ya da konuyu değiştirmeye
çalışır. “Ağız tadıyla” dedikodu yapamadığınız bu kişilere ise başka türlü saygı
ve güven duyarsınız, bu da madalyonun diğer yüzüdür.
Tümü
bir yapı meselesi… Ustabaşısı babası,
mimarı annesi, malzemesi doğal bir
yapı olan insanın gelişiminde, kişiliğinin oluşmasında ve gelecekte yapacaklarında
eğitimin yeri çok ayrıdır. Bir insanın eksik veya zayıf yönlerinin, farklı iki
kişi arasında konuşulması daha büyük zayıflık değil midir?
Evde
anne, çocuğuyla babasını, okulda müdür, öğretmenle zümre başkanını, kurumlarda
en üstten en alta kadar tüm yöneticiler, diğerlerini ve çalışanlarını ya da
çalışanlar üstlerini çekiştirirse,
yaratılan kültür bir süre sonra
“kokmaya” başlar. Bir ülkede kültür kokuşmuş hâle gelirse, o ülkede ilerleme,
gelişim ve huzur ortamı yaratılamaz. Yaratılan ortamlarda ise asıl amaçtan
uzaklaşılarak hemen gıybete yönelme olur. Üstelik bunu, fakir-zengin, okumuş-okumamış
diye ayırmak da mümkün değildir. Yani her türlü organizasyonda ve geleneksel
etkinliklerde dedikodu asıl amaç hâline gelir ki bu oluşuma genel anlamda “geleneksel gıybet günleri” demenin bir
sakıncası da yok sanırım.
Medeni
bir yaşam için biraz gayret!
Ömer
Orhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder