27 Ağustos 2016 Cumartesi

Model aramaktan helak olduk… Peki, aynı kafayla başkası mümkün mü?




Dünya üzerinde yaşanan baş döndürücü gelişimlere baktıkça, son yıllarda eğitimcilerin de arayıştan başı dönmüşe benziyor. Geride kalma korkusu ile ne bulursa denemeye kalkanlardan tutun da teknolojiyi kullanınca her şeyi halledecekmiş sayanlara kadar müthiş bir çaba…

Bilmem hangi ülkenin eğitim sisteminin başarılı olduğunu “duyarak”, gıpta ile onu almaya çalışan üst düzey eğitim yöneticilerinin heyecanını ağzım açık izliyorum. Keşke her şey o kadar kolay olsa da hevesler kursaklarda kalmasa! Ama değil…

Geleceğin okulları, okulların geleceğinin konuşulduğu ve 2016’da beşincisi gerçekleştirilen Spectrum of Education adlı sempozyumda İzlanda ve Hindistan’dan gelen eğitimcilerin peşi sıra yaptıkları sunumlar; eğitimle ilgili sistemlerin asla kopyalanmaması gerektiğini bir kez daha göstermiş oldu. Nüfus, etnik kökenler, iklim, gelir dağılımı gibi o kadar çok faktör var ve birbirinden farklı ki eğitim sistemlerinin tümden alınması mümkün değil. Olmamalı da…

Bundan iki yıl önce bir yazımda eğitim modelleri endemiktir demiş ve bu konuya kendimce açıklık getirmiştim. Ama benim getirdiğim açıklık belli ki bende kalmış. Ne duyan olmuş, ne okuyan olmuş, okuduysa bile ne de anlayan olmuş… 

Bizim temel sorunumuz aynı kafalarla farklı çözümler bulmaya çalışmak gibi. Oysa çoğu zaman basit bir alışkanlığını bile değiştiremeyen insanoğlunun kafa yapısını değiştirmesi mümkün değil.

Eğitimle ilgili konulara kulak kabartmış olanlarla biraz, Grigory Petrov’un “Beyaz/ak Zambaklar Ülkesi Finlandiya” adlı kitabını okuyanlar ise Finlandiya’nın gelişimi ile ilgili biraz daha fazlasını bilirler. Ülke, derlenmiş toplanmış, resmen küllerinden yeniden doğmuş ve eğitimde örnek alınır hâle gelmiş. 

Bizdeki algı da; şu Finlandiyalılar çok başarılı olduğuna göre önce ülkeyi bir ziyaret edelim olmuş. Hava soğuktur oralarda, aman sıkı giyinin! 

İyi de eğitimle ilgili model almak, örgü modeli almaya benzemiyor. İki ters, bir düz… Biz gider hep tersleri alırız ya, o da makûs talihimiz olsa gerek. 

Finlandiya’da yaşam koşulları her zaman zor, bunu göz ardı etmemek lazım. Soğuk nedeniyle disiplinliler. Üstelik gevşeyemeyecek kadar durumlarının da farkındalar. Peki, ziyaret eden şahsiyetlere soralım, sizin oralarda hava nasıl?

İklim koşulları sert, insanlar doğayla mücadele etmek için disiplinli. Nüfus 6 milyon civarında, millî gelirden kişi başına düşen pay 30 bin doların üzerinde ve medeniyet oldukça yüksek. Toplumsal bilinç neredeyse tam…

Şimdi efendim demek ki öyle sıkı giyinince iş bitmiyormuş. Ana vatandan palto, kaban giyinirseniz neyse de oradan alacağınız kıyafetler bile birkaç beden büyük olur üstünüze!
Akdeniz kafasıyla Kuzey Avrupa modelleri bizi “bozar”, bu gerçek. Model almak için kararlıysak öncelikle, çalışma disiplinleri, yönetim modelleri ve incelikleri ile medeniyeti örnek alabiliriz. 

Hatta örnek alacaksak önce özümüze, yitirdiklerimiz ve vazgeçtiklerimize bakarak başlayabiliriz. Finlandiya’ya gitmeden önce geleneğimizdeki Ahilik terbiyesini ve dünyaya örnek olmuş tek eğitim modelimiz olan Köy Enstitülerinin programlarını yeniden inceleyebiliriz. Yeniden, insana yapılan yatırımın değerli olduğu günlerimize dönebiliriz. 

Değişim ve yenilenme için “kafa” şart ama sanırım önce niyet…


Ömer Orhan

23 Ağustos 2016 Salı

Eğitimde tutum birliğinin önemi




Meslek hayatım boyunca katıldığım öğretmen kurullarında, konuşulan birçok konuya şahit olmuşumdur; ancak ne yazık ki bunların hepsi akademik konular olmamıştır. Çayın zamanında demlenmesi, yemeğin bilmem nesi veya servis güzergâhları dilekler bölümünde en çok konuşulan konular olurdu.

Öğrencilerle ilgili konularda ise iyi örneklerden çok, davranış bozukluğu gösteren çocuklar ile onların neler yaptıkları saatlerce tartışılırdı. Neredeyse hiçbir yere varmayan, dert yanmalar, öfkeler, saptamalar, saplanmalar!

Ailesi tarafından terbiye edilmemiş ya da edilememiş çocukların “ihalesi” okullara kaldığından her zaman en büyük enerji de bu çocuklar için harcanmıştır. 

Genel olarak iyi eğitim almış, kendinin ve yaptıklarının farkında olan, iç disiplini gelişmiş ve sorumluluk sahibi öğrenciler çoğunlukla daha az konuşulmuştur. Maalesef birinci gruptan ikinci gruba sıra geç gelmiş, bu öğrenciler bana göre hak ettikleri ilgiyi de görememişlerdir. Çünkü buna ne hocaların ne de yönetimlerin zamanı kalmıştır.

Hayat hiç adil değil!

Bu serüvenin toplumsal bir olgu olduğunu biliyorum. Toplumsal yapı, kültür düzeyi, eğitim seviyesi, kitap okuma oranı, sanata verdiği önem, değerleri, gelir dağılımı gibi daha birçok etkenin sonucunda, kişisel ve toplumsal reflekslerimiz oluşur. Elbette okul da toplumun aynası olduğundan aldığını yansıtır. Bu öğrenci bağlamında böyle olduğu gibi yönetici, öğretmen ve eğitim personeli bağlamında da böyledir. Her ne kadar, pedagojik eğitim almış olsalar da, öğretmenler bu toplumun içinden gelmektedir ve insan, iliklerine kadar işlemiş olan “gördüğü” davranışları uygulamaktadır. 

Devlet; eğitimin merkezine, aklı, toplumsal duyarlığı, estetik kaygıyı, sorumlulukları, bilimsel düşünce yapısını ve evrensel değerleri alırsa ve bunu sürdürebilirse ancak birkaç kuşak sonra olumlu kişilik yapılarını ve davranışları çoğaltmayı başarabilir. Buna kısaca medeniyet diyoruz ki medeni bir toplum olmadığımız sürece aynı dili konuşabilmemiz de zor görünüyor. Ülkemizde eğitimin merkezi kabul edilen okullarımızda bile tutum birliği en çok konuşulan gündem oluyor ve bu anlamda bir arpa boyu yol alınamıyorsa medeni bir toplum olabilmek, aynı dili konuşabilmek de bizim için uzak bir ihtimal.   

Öğretmenler kurullarında ya da diğer toplantılarda saatlerce konuşulur, bin tane karar alınır ama bir tanesi bile sürekli uygulanmaz. Bir süre sonra herkes pes eder ve bildiğini yapar. 
 
Eğitimle ilgili meselelerin çoğu subjektiftir. Bakış açılarına göre değişen uyarılar veya göz yummalar sonunda mutlaka bir davranış şekli ortaya çıkartır ama ne çıkacağını Allah bilir!

Kimine göre kılık kıyafetin hiçbir önemi yokken, kiminin önceliği bu olur.

Kimi çocukların derse geç girmelerine göz yumarken, kimisi geç geleni derse almaz.

Kimi verdiği ödevleri mutlaka kontrol ederken, kimisi ödev verdiğini de unutur.

Kimi derse ilgi göstermeyen öğrenciyi yok sayarken kimisi onu kendi hâline bırakmaz.

Kimi derste söz istemeden konuşmaya izin verirken, kimisi buna asla göz yummaz.

Kimi sınıfa girdiğinde selamlaşmaya önem verirken, kimisi içeri girdiği gibi masasına yönelir ve başlar.

Kimi sınıf içerisindeki düzen ve temizliğe verdiği önem için derse başlamadan önce varsa olumsuzlukların ortadan kaldırılmasını sağlarken, kimisi yere atılmış kâğıdın üstünden atlar.

İşte onlarca örnekle çoğaltılacak bu örneklerde odaklanılması gereken konu “tutum birliği”dir. Öğretmenlerin, tutum birliğinin ne derece önemli olduğunu meslek hayatına başladıklarında yani okullarda öğrenmesi, deneyimlemesi, geç kalınmasına ve sabitlenmiş bir kişilik yapısına ve yanlış eğitime neden olur.

Eğitimde bu anlamdaki temel sorun eğitim fakültelerinde pedagojik formasyon çalışmalarının son derece kitabi kalmasıdır. Alanda yeterince çalışma yapılmadığı, vakalar üzerinde örneklerle çalışılmadığı, sebep sonuç ilişkileri gösterilmediği için her öğretmen kendi formasyonunu geliştirir. Buna, Allah’a emanet formasyon diyoruz! 

Yahu siz daha kendi aranızda hangisi doğru hangisi yanlış karar verememişken nasıl olur da ideal davranışı öğrencilerden beklersiniz!

Mercedes marka araba imalatında çalışan bir mühendis veya tekniker, “Bu parça bana göre olmamış, şöyle olsa daha iyi olur.” diyebilir mi? Herhalde yapım aşamasında böylesine bir şey konu bile olamaz. Kendi alanı ile ilgili önerisi olan bunu ancak uygun ortamda dile getirir ve tartışılarak alınan karar uygulanır. Bu kadar basit... Şimdi insanın bir makine olmadığını, herkesin farklı olduğunu düşünüyor olabilirsiniz ve elbette haklısınız ancak evrensel kabul görmüş bazı davranışların, sorumlulukların ve alışkanlıkların kazandırılması için bir mühendis anlayışı ile de hareket edilmesi gereken yerler, alanlar ve zamanlar vardır.

Öğretmenlik mesleği, sınıfa girip konularını anlatıp çıkmakla sınırlanırsa kolaydır. Zor ve işin en önemli boyutu ise eğitimdir ki, asıl bu anlamda yapılacak tutarlı uygulamalar, gerçek anlamda bir “öğrenici ve medeni” bir insan yaratılmasını sağlar.

Eğitim yöneticileri ve öğretmenler okullarında onlarca hatta yüzlerce karar alabilirler; ancak önemli olan alınan karar sayısı değil uygulanan kararlardır. Unutulmaması gereken en önemli konu, karar alırken aceleci davranılmaması, masa başında tüm detayların ve olasılıkların gözden geçirilmesi, gerekli tartışmaların hatta “kavgaların” yapılması ancak ortaklaşa alınan kararın sonuçlarını görene kadar kararı herkesin aynı özenle uygulamasıdır.

Tutum birliği içinde olmak, bir anlamda medeniyetin de göstergesidir. 


Ömer Orhan

7 Ağustos 2016 Pazar

Raflar…




Eski mutfaklarda duvarda asılı, birkaç katlı, önünde çıta çakılı, tabakların sıralandığı raflar kullanılırdı. Ahşaptan yapılan bu rafların, marangoz ustalığına göre süslenmiş olanları da bulunurdu. Ayrıca güzel görünsünler diye de el emeği göz nuru danteller üçgen şekilde bu rafların çıtalarına asılırdı. 

Yaşı elli ve üzeri olanlar mutlaka görmüş veya edinmişlerdir. Bugün bizler için nostaljik ev eşyası olsalar da hâlen kırsal kesimin gerçeğidirler.
 
O devirlerde tabak da değerliydi, çanak da. İnsanlar değerlilerini korumak ve kollamak zorundaydı. At, yenisini al kültürümüz henüz “oturmamıştı”!

Ben de doğduğumda böyle bir raf “edindim”. Tabak yerine de yaşadığım süre boyunca değer verdiğim, paylaşımlarda bulunduğum, yüreğimi açtığım, samimiyetimi gösterdiğim insanları bu rafa yerleştirdim. Yokluğun ne demek olduğunu bildiğim için de onlara gözüm gibi baktım.

Kimisi zar gibi ince porselenden, işlemeli, sırlı… Zarafet timsali! Kimisi, her zaman yanında olduğum, koşulsuz yardım ettiğim, her şeyimi paylaştığımdı.

Yaş ilerledi artık orta yaşlarımdayım. Geçmişin yokluğu ile bugünün “varlığını”, bugünün yokluğu ile de geçmişin “varlığını” sıklıkla mukayese ediyorum. Sonuç: Elde var hüzün!

“Çok şükür, çok şükür bugünü de gördük” demiş şair…

O yana bu yana savrula savrula geldim bugüne. Bu arada çok insanla tanıştım, arkadaş oldum hatta kimisini “dostum” bile sandım!  

Her zaman dürüst ve samimi oldum ama kimsenin “adamı” olmadım. Doğruyu, adaleti, emeği ve üretmeyi düstur edindim. Alın terini kutsal saydım. Yarım asırda da tabaklığımı doldurdum. 

Bakıyorum da her çeşitten insan biriktirmişim. Kimileri samimiyetleriyle kimileri de verdikleri “derslerle” beni ben yapan insanlar…

Yaşadığım sürece bazı kadınlar tanıdım “sözde erkeklerden” de mert, bazı erkekler tanıdım namert. Kadınların yaptığını zaten çekemezdim, üstüne erkeğin dedikoducusunun da ne berbat bir kişilik olduğunu gördüm. Tiksindim!

Bu işin cinsiyetle ilgili olmadığını anladım. İnsanlığın ne büyük bir erdem olduğunu, sahtekârların asla bu erdeme ulaşamayacağını, onlar ulaşmış görünse de zamanın bunu er ya da geç ortaya çıkardığını artık biliyorum.

Dün birbirini boğazlayanlar, çıkarları uğruna “kutsal” ittifaklar kurdular, adına “profesyonellik” dediler, millete yedirdiler. Mide meselesiydi, yiyenlere afiyet olsun dedik, geçtik! Geçmeyi öğrendik.

İşte böyle tabaklarım da oldu ama üzerleri hâlen pis. Bıraktıkları izler hiçbir zaman silinmedi, sanırım da silinmeyecek.

İçi de dışı da bir olanları sevdim ben. En çok da bunu nezaketle ve zarafetle yapanlardan hoşlandım. Avam olanlardan hiç hazzetmedim. Avamlığın okumayla ilgili olmadığına, bunun tam anlamıyla bir terbiye meselesi olduğuna çok defa şahit oldum. Bunun için hayatım boyunca eğitimin, öğretimden önce geldiğini savundum.

Şimdilerde ise masada çok az “tabak” kaldı. Çoğunu “rafa” kaldırdım. Bir daha almamak üzere…


İassos 2 Ağustos 2016

Ömer Orhan