27 Mart 2017 Pazartesi

İnsanlar “şişirmeyi” sever! Buyurun üfleyelim…




İnsan, diğer canlılar içerisinde tek düşünen ve en akıllı olandır. Kırk bir kere maşallah, “Allah nazardan korusun”!

Hemen her konuda çatışan insanları birleştiren bu “akıllıyız” söylemi, henüz hiçbir canlı tarafından onaylanmamıştır. Bundan sonra da herhangi bir canlı bunu onaylar mı bilinmez ama insanın varoluşundan beri davranışlarında olumluya giden bir seyir yoktur.

Oysa aklı, insanın hayatını karmaşık hâle getirmeye ve onu doğallıktan da uzaklaştırmaya itmiştir. Ayrıca akıl, egoyu ortaya çıkartmış ki işte “biz” o zaman bittik. Egomuzun işaret ettiği sosyal kimlikte de “ben” yazıyordu. Çok sevdik, “bencildik” artık…

“Ben”ler de sahip oldukları kültüre göre farklı özellikler sergilerler. Örneğin bizdeki “ben” durumunu en güzel özetleyen söz ve Türk filmlerinin vazgeçilmez repliği; “Ya benim olacaksın, ya toprağın!”dır. Ortamız yok.

İnsanın sahip olma dürtüsü o kadar kuvvetlidir ki maalesef vazgeçmeyi de çoğu zaman bilememiştir. 

Tarih boyunca birçok bilim insanı bu konuya kafa yormuş, makaleler, kitaplar yazmış ama nafile. İnsanlar, hep anlamak istediklerini anlamıştır.

O, her şeyi bilendir. Yılmaz, yanılmaz, yıkılmaz…

Kendini sürekli güçlü gösterme çabası içinde olan insan, bunun için birçok alan yaratmıştır. Maddi zenginlik en bilindik alanıdır. Para ve servet, güç olarak anlamlandırılmış ve kabul edilmiştir. 

Zenginlik, sosyal statü ve üstünlük hissini de beraberinde getirmiş, birçoğuna göre her şeyi ”satın” alabileceği bir güç olarak görülmüştür. Elde etmek ve kaybetmemek için aklının ve duygularının işaret ettiği her şeyden vazgeçebilir duruma gelinmiştir. 

Zenginlik kabartma tozu gibidir, insanın egosunu şişirir ve kabartır. Gözle göremediğiniz bir şeyin bu kadar şişip büyüyebileceğini, insanların üzerinde etki yaratacağını başka bir canlıda görme şansınız da yoktur.

Egonun büyümesinin en önemli nedenlerinden biri de “makamdır”. Hakkıyla gelinen makamların “hakkını” vererek, genel anlamda diğerlerine bir gönderme yapmadan geçmek olmaz. Makamı elde etmiş, koltuğunu doldurmuş, diğerlerinden farklı olan yukarıda sözü edilen ve ayırt edilen, o “muhteşem” insandan söz etmeden nasıl geçeriz. Tümüyle bir başarı abidesi! Makamı için ne badireler atlatmış, görüşmeler yapmış, kendini her konuda nasıl da ikna etmiş ve koltuğa oturmuştur. Bundan sonra zaferin tadı çıkartılmalı, talimatlar verilmeli, haddi aşanlara had bildirilmelidir. Öte yandan kendisine minnet duygusunu dile getirenlere zaman ayırmalı ve egosunun şişirilmesine izin vermelidir. Yapılacak çok iş vardır! 

Literatürde bunlara “biz” diyemeyenler yani “benciller” ya da “egoistler” denir. “İzm”leri bile vardır “egoizm”… Ancak çalışan, emek veren, ter dökenlerin böyle bir “izm”leri olmadığı gibi egolarını şişirecek fırsat ve alan da bulamazlar. 

İşin en kötü tarafı ise tanımları yapanlar, kuralları koyanlar, prosedürleri belirleyenler de yine onlardır. İşi prosedürlere ne kadar uygun yaptığını açıklamak ve kendini anlatmak zorunda kalanlar ise diğerleridir. Ancak akıl dışı yaklaşımlarla her zaman haklı olanlar, elbette gücünün zirvesinde olanlardır. 

Birileri mutlaka gücünü yitirenlerin yerini alacak, bunun için ne gerekiyorsa yapacaktır. Yaptığı işin ne kadar doğru olduğunu kendi vicdanına, yüreğine ve aklına anlatacak, kendini ikna edecektir. İnsanoğlu var olduğundan beri bu durum böyle olmuş ve bundan sonra da böyle olacaktır.

Hangi meslek grubunda olursa olsun, bu yaklaşım mutlaka sergilenmektedir. Bu, insanın hamuru ile ilgili bir şeydir. Kimisinin hamurunda “ego” biraz fazla kaçmıştır.

Makamını, zenginliğini ve gücünü bir kenara bıraktığında geride kalan sensin! Yaşama kattığın değerler ve hak ettiğin için saygı görmelisin. Eğer böyle değilse, oturduğun koltuğa gösterilen saygı için her kalktığında kendisine teşekkür edebilirsin.

Şişmeyi bekleyen egolar için buyurun hep birlikte üfleyelim


Ömer Orhan

11 Mart 2017 Cumartesi

Biat-8 Adalet bahane, hükmetmek şahane!


Medeniyetlerin beşiği olmuş Mezopotamya’da bu beşik tarih boyunca sürekli sallanmış ve insanlar mışıl mışıl uyutulmuştur. Demek ki uygarlıklar geliştikçe beşiklerin yapısı değişiyor ama işlevi hiç değişmiyormuş.
Uyumak insanın fıtratında olmalı!
Tarih kitaplarından bugüne kadar ne okudunuz ve ne kadarı aklınızda kaldı bilemem ama “Hamur abi” (Hammurabi) ismini hiç unutmamışsınızdır. Bakınız işte “O” Hammurabi milleti nasıl uyuttu?..
Muhterem Hammurabi, yani “O”, Mezopotamya’nın bereketli topraklarına sahip olmak için MÖ 1900’lü yıllarda harekete geçmiş ve kısa bir süre sonra da Babil, Sümer ve Akkad’ın hâkimi olmuştur.
Onda bulunan bu yayılmacı anlayışın temel nedeni gençliği mi, askerî dehası mı yoksa “içgüdüsel bir dürtü” müydü ya da tümünün birleşimi miydi tam olarak söylemek güç. Ancak daha fazla toprağa sahip olmak ve daha fazla insana hükmetmenin karşı konulmaz bir istek olduğu tartışmasız bir gerçektir.
İçgüdü, hayvanların sahip olduğu bir özellik olsa da ve insanlarda bulunmasa da “O” tür insanları diğerlerinden ayıran en belirgin özelliğin bu olduğu söylenebilir.
Belli ki “O” da etkileyici bir karaktermiş. Ayrıca ona itaat eden ve farklı kültürlerden oluşan halklara karşı saygılı olduğu da görece olarak söylenebilir. Böylece aklını kullandığı, halkın üzerinde sadece gücüyle değil yaklaşımlarıyla da saygı kazandığı ortaya çıkmıştır. Anlayacağınız, gücü elde etmek ve elde tutmak için her yol mübah!
Başkent Babil, hükümdarın bu noktadan itibaren her şeyi kontrol ettiği krallığın siyasal, ekonomik, hukuki ve idari merkezi hâline gelmiştir. “O”, komşularının kuzeydeki Asur kralları ve çoğunlukla Fırat’ın ortalarında bulunan Mari krallarının topraklarını işgal etmeden önce onlarla askerî ittifaklar gerçekleştirmiştir. Bir süre sonra da tüm Mezopotamya’ya yayılan bir İmparatorluğun “O”su olmuştur.
Gücün ahlaki kurallara uydurulduğu bir yapı içinde etkili olabileceğinin bilincinde olan “O”, kendisini ülkeyi düzenlemek için tanrı tarafından seçilmiş ve “dünya üzerinde adaleti sağlayan” hükümdar olarak tanımlamıştır.
Her zaman tutan bir taktik! Macera arama, daya sırtını Tanrı’ya…
Aslına bakacak olursanız “O” bir mucittir. Kanunu bulmuş ve en çok hukuk yasalarıyla tanınmıştır. Nereden biliyoruz? Bakınız 2,25 m yüksekliğindeki stel... Dikili taş.
20. yüzyılın başlarında Fransız kazı ekibince Susa’da ortaya çıkartılmış stelin yuvarlak tepesinde (üçte biri boyunda) “kraliyet töreni” rölyef olarak resmedilmiştir.
O”, omzundan ışıklar saçarak tahtta oturan, başına yüksek, çok boynuzlu tacını takmış tanrı Şamaş’ın huzurunda saygıyla durmaktadır. Hemen altında özenle yazılmış, uzun bir ön sözde ve ilahi tarzındaki son sözde toparlanmış yasalar sıralanır.
Gerçekten adalet dağıttı mı yoksa bunu halkın üzerinde etki yaratmak için mi kullandı emin değilim ama içimden bir ses “adalet bahane, hükmetmek şahane” diyor.
Onların” toplumun hayallerini süslemesi, onlara duymak istediklerini söylemeleri beklendik bir hükmeden davranışı olarak kabul edilebilir. En azından tarih, buna benzer birçok yaşanmışlığa tanıklık etmiştir ve etmeye devam etmektedir.
Anlaşılan o ki, “O” da halka duymak istediklerini söylemiştir. Üstelik o dönemde köleliğin ve sınıfsal farklılıkların üst düzeyde yaşandığı düşünülecek olursa en çok hayali kurulan konu adalet olmalıdır.
Akıllıca!
Ayrıca adaleti dağıtıp dağıtmadığından çok, bunu nasıl sunduğu önemlidir. Algı yönetiminin bu dönemde de ustaca kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Dünya üzerinde adaleti sağlayan hükümdar!”
Çok manidar!
Bir kralın, üstelik yayılmacı bir kralın, kendini nasıl göstermeye çalışırsa çalışsın, yönettiği toplumun sosyolojik yapısına bakılmalı. Yani bir tarafta hizmet eden bir halk kitlesi ve diğer tarafta çalışanların emekleri ile zenginleşen başka bir sınıf yaratılmışsa buradan çıkacak sonuç bellidir. Kralın ya da ona itaat edenlerin söyledikleri veya göstermeye çalıştıklarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. O hâlde “O”nun halkın gözünde yarattığı şey bir illüzyondur.
Demek ki neymiş, öyle höt zötle olmuyormuş. Zorbalıkta da yaratıcılık gerekiyormuş. Buyurunuz, hem mucit hem de “sihirbaz” yeni “O”…
Ömer Orhan
Devam edecek…

Biat-7 İşte “O”nun taktiği: Önce karıştır, sonra barıştır.


MÖ 2. yüzyıl başlarında Romalı tarihçi Aemilius Suna’a göre, emperyalist devletlerin tarihi Asurlularla başlamaktadır. (“Assyrii principes omnium gentium rerum potiti sunt.”)
Daha çok toprak, daha çok kaynak, hücuum!
Asurlular amacına ne kadar ulaştı bilemem ama yayılmacılık başlayınca “insanlık” bitti.
Ne yazık ki bu dönemlerle ilgili bilgi edinmek için kaynaklar yeterli ve tutarlı değildir; ancak “O”nun izinden gidersek bir şeyler buluruz. Sonuçta her devrin adamı “O”, her zaman bir iz bırakmıştır!
Jeopolitik konumunu her zaman korumuş olan Mezopotamya’ya bu özelliği elbette Fırat ve Dicle Nehirleri kazandırmıştır. Bu bölgede yaşamış olan Asurlular hakkında elde edilen bilgilerin büyük çoğunluğu imparatorların icraatlarını anlatan gösterişli faaliyet raporları ile günlük yazışmalardır. Bunlar, kil tabletlere kazınmış, değerli maden ve taşlar üzerinde görülen, “O”nun yalakaca övüldüğü hükümdar yazılarıdır.
MÖ 1830’lu yıllarda Yukarı Mezopotamya’nın siyasi coğrafyası bir başka “O” olan, I. Şamşi-Adad tarafından şekillendirilmiştir. Kendine “Herkesin Kralı” adını veren bu hükümdar, ilgili yerel tanrılara saygıda kusur etmemiştir. Ancak bu kadar saygılı bir kral, diğer kralların alanlarına aynı saygıyı göstermemiştir. Her ne kadar inceden inceye düşünmüş olsa da kralın kurduğu bu emperyalist yapı, MÖ 1715 yıllarında çökmüş ama maalesef yayılmacı kapı aralanmıştır.
Kral öldü. Yaşasın yeni kral!
Günümüz emperyalistlerinin kullandığı söylemlerden birisi, hiç kuşkusuz barıştır. Tarih boyunca değişmeyen bahanelerden biridir bu. Yeni alanlar açmak ve kaynak yaratmak için devletlerde, iç karışıklık çıkartılmakta ve topluma barış getirileceği söylemi ile müdahale edilmektedir.
Önce karıştır, sonra barıştır.
Bu iyi niyetli ve dostça“!” müdahalenin ne amaçla yapıldığı fark edildiğinde iş işten geçmiş, yayılmacı düşünce toplumun kaynaklarını çoktan sömürmeye başlamıştır. İşte, MÖ 1215 yılında yaşamış olan Asur Hükümdarı I. Tukulti-Ninurta da barış söylemleri ile ülkesinin güneyindeki bölgeleri egemenliği altına almış; ancak I. Tukulti-Ninurta, MÖ 1197 yılında oğullarından biri tarafından trajik şekilde öldürülmüştür. Böylece “O”, sonraki binlerce yıl boyunca “O”nların çokça karşısına çıkacağı ihanetle tanışmıştır.
Büyük bir kralın oğlu olmakla yetinmemek!.. Zenginliğin, gücün ve özgürlüğün tadını çıkartmaktan daha fazlasını istemek!.. “O” olmayı istemek! Bu nasıl bir hırstır ki kendi ailenden birinin yaşamına son verecek, hastalıklı bir düşünce yapısı ve kirli bir vicdanla yaşamaya mahkûm olacaksın.
İnsanoğlu, entelektüel olarak ne kadar gelişse de içerisinde eğitemediği ilkel dürtülerinin her zaman esiri olmuştur. “Eğitim cehaleti alır, eşeklik baki kalır.”
Bu o kadar dayanılmaz ve güçlü bir istektir ki onun karşısında ne din, ne ahlak, ne vicdan, ne de başka bir değer tutunamaz. Virüs gibidir, bir defa insan beynine yerleşti mi ondan kurtulmak imkânsızdır.
Hangi ruh hâli insanı kendinden ve tüm değerlerinden uzaklaştırabilir? Sahip olma ve daha fazlasını istemenin bir sınırı var mıdır? Olmalı mıdır?
Kendine ve çevresine zarar verebileceğini bilerek bu denli delicesine bir şeyi istemek hastalıklı bir zihin yapısından başka nedir?
Bir hükümdarı saran bu sahip olma isteği elbette içinde korkuları da barındırıyordu. O nedenle daha çok savaşçı, asker, silah, kale, sur ve etten duvara ihtiyaç duyuluyor ve halkın refahı için harcanacak paralar “O”nun için harcanıyordu.
Asurlu “O”, birçok ilki gerçekleştirmiş bir şahsiyet olarak tarihe geçmiştir.
Asur, kronolojik olarak listemizde dört ama “gönlümüzde” birinci sırada!
Devam edecek…
Ömer Orhan

10 Mart 2017 Cuma

Co-pilot ana-babalar dikkat!



Okul öncesinde çocuklarını azimle takip eden anne-babalar iyi hatırlarlar. Düşünün, bebek doğduğunda Dünya onun etrafında dönmeye başlar. İşe gidilir ama akıl evdedir. Günde birkaç kez kontrol için telefon açılır. Bebeğin altı bezli fotoğrafları çalışma masası üzerine dizim dizim dizilir, bilgisayarın “volpeypırı” değiştirilir.



Bebeğin gaz çıkartıp çıkartmadığı bile millî mesele hâline getirilir. Endişe zirvededir.



Mektep medrese görmüşler kitaplara, daha yeni nesil olanlar ise İnternete hücum ederek “anne-baba” olmanın inceliklerini araştırır.



Çocuğun ateşi mi çıktı? Sor Google amcaya.



Yere tam basmıyor mu? Dabılyu dabılyu dabılyu nokta cocuksagligi nokta kom



Araştır ama hemen inanma birkaç adrese daha gir, sor soruştur…



Bu arada içeriden bir ses çekine çekine:



“Oğlum daha dün bir, bugün iki, el kadar çocuk, basar o basar merak etmeyin.”



Cık… Büyükbabaları zaten takan olmadığı gibi büyükannelerin de yerini “arama motorları” çoktan almıştır.



“Vatsap” grupları kurulur, taze anne-baba paylaşımları gece uykuları kaçırır noktalara ulaşır ama sorun yoktur, bilgi düzeyi arşı geçmiştir ve Allah’tan şu İnternet vardır.



Tekmili birden tüm arkadaşlar ve koca sanal âlem ayaktadır. Bu çocuğun ateşi düşürülecektir!



“Yavrum, çocuğu soyun, eklem yerlerine ıslak bez koyun.” Yok, duyan yok…



“Çocuğum, bir kaşık ‘Calpol’ verin, ateşini düşürür. Telaş etmeyin yarın da doktora götürürsünüz.” Cık… Çocuk kıymetlidir ve bakım işinde sınıfta kalmamak lazımdır.



“Kap çocuğu hanım, ben de arabayı hazırlayayım acile götürelim hemen.”



Gecenin üçü ve 15 dakika sonra hastanenin acili…



Doktor, “Bu gece ‘Calpol’ verin ve yarın getirin ‘bi’ bakalım.”



Tıpış tıpış geri…



Uykusuz geceler… Ama helal olsun, evlat için her şey yapılır!



Anne ve baba için aşklarının meyvesidir çocuk. Halıya oturmayan adam, çocuk için at olur, yerlerde sürünür. O dönemlerde karizma da yerlerdedir ama “aşk meyvesi” için her şey mübahtır.



Yıllar ilerledikçe aşk biterken, meyve de olgunlaşır.



Bebeklik ve çocukluk yıllarındaki yoğun ilgi yerini takipsizliğe bırakır. Bu yoğun izleme çeşitli nedenlerle isteksizliği/yetersizliği de beraberinde getirir. Bezginlik, baş edememe duygusu, sorunlarla yüzleşmek istememek, sorunların zamanla düzeleceğine inanmak, “gerçekten” güven duymak, güven duymayı istemek gibi birçok nedenle anne-babalar ergenlik dönemlerinde çocuklarını izlemeyi tam olarak başaramazlar.



Enerji de tükenmiştir.



Ergenlik dönemleri çocukların gençliğe ilk adım attıkları dönemdir. Bu dönemde vücudun gelişimiyle birlikte hormonların da sağladığı itici güçle çocuklar, 0’dan 100 km’ye 5 saniyede çıkan otomobil gibi yüksek “G” kuvvetine maruz kalırlar.



Heyecan vericidir…



Bu derece yüksek motor gücüne sahip bir aracı kontrol etmek için mutlaka deneyim gerekir. Ancak o da bizim çocukta yoktur.



Ayrıca hız yapmak çok zevkliyken sadece “hız yapma” demekle, bu çocukları kontrol etmek pek mümkün değildir.



Çocuklara “arabadan inin” demekle de olmayacağını herkesin bilmesine rağmen bu ergenlik dönemlerinde anlamsız şekilde çatışılıp durulur…



Ne yapmalı?



Bence geçip şoförün yanına oturmalı. Mademki siz isteseniz de istemeseniz de çocuğunuz bu aracı kullanacak, o zaman siz yanında olun. Belki “co-pilot” luk yapmanıza izin verir.



Efendim, nereden çıktı bu ders? Velilere de mi hocalık yapıyorsunuz diye düşünenler için paylaşmak istiyorum ki -estağfurullah- bildiklerimizi paylaşmamız, sorumluluklarımızın bir parçasıdır.



Ayrıca sizin yüzünüzden devrilen arabaları biz tamir etmek zorunda kalıyoruz ki maksat arabayı hurdaya çıkartmamak.



Malum, ergenlik tüm canlılarda sıkıntılı dönemdir. 7.000 kiloluk fil bile kızışan ergenleri görmezden gelir. Ama dikkat! Sadece “bu dönemde”! Ne öncesinde ne de sonrasında!



Fillerden danışmanlık alacak hâlimiz yok.



Formül mü?



Yakın takip, dikkatli dinleme, anlama, nitelikli zaman geçirme, sabır…



Elbette bu sürecin olumlu sonuç vermesi için bebeklik döneminden başlamak gerekir. Hani bebek için at olmuştunuz ya, masal okumuştunuz hani, işte bu ilginin devamı ilkokulun ikinci sınıfında, üçte, dörtte beşte kesilmediyse, altı ve yedinci sınıfta da devam ettiyse işler daha kolay olacaktır. Yani bu süreçlerde çocuğunuz sorumluluk almayı öğrendiyse, değerlerinin farkındaysa, saygılı ve sevgiliyse korkmayın.



Unutmayın ne dediğiniz değil, nasıl söylediğiniz önemlidir.



Şu an 92 yaşında olan annem benimle hiç yüz göz olmadı ama beni hep çok sevdi. Bunu biliyorum. Ve bugün onu daha iyi anlıyorum…



Size mi? Sağlıklı “sürüşler” dilerim.





Ömer Orhan

Okul öncesinde çocuklarını azimle takip eden anne-babalar iyi hatırlarlar. Düşünün, bebek doğduğunda Dünya onun etrafında dönmeye başlar. İşe gidilir ama akıl evdedir. Günde birkaç kez kontrol için telefon açılır. Bebeğin altı bezli fotoğrafları çalışma masası üzerine dizim dizim dizilir, bilgisayarın “volpeypırı” değiştirilir.
Bebeğin gaz çıkartıp çıkartmadığı bile millî mesele hâline getirilir. Endişe zirvededir.
Mektep medrese görmüşler kitaplara, daha yeni nesil olanlar ise İnternete hücum ederek “anne-baba” olmanın inceliklerini araştırır.
Çocuğun ateşi mi çıktı? Sor Google amcaya.
Yere tam basmıyor mu? Dabılyu dabılyu dabılyu nokta cocuksagligi nokta kom
Araştır ama hemen inanma birkaç adrese daha gir, sor soruştur…
Bu arada içeriden bir ses çekine çekine:
“Oğlum daha dün bir, bugün iki, el kadar çocuk, basar o basar merak etmeyin.”
Cık… Büyükbabaları zaten takan olmadığı gibi büyükannelerin de yerini “arama motorları” çoktan almıştır.
“Vatsap” grupları kurulur, taze anne-baba paylaşımları gece uykuları kaçırır noktalara ulaşır ama sorun yoktur, bilgi düzeyi arşı geçmiştir ve Allah’tan şu İnternet vardır.
Tekmili birden tüm arkadaşlar ve koca sanal âlem ayaktadır. Bu çocuğun ateşi düşürülecektir!
“Yavrum, çocuğu soyun, eklem yerlerine ıslak bez koyun.” Yok, duyan yok…
“Çocuğum, bir kaşık ‘Calpol’ verin, ateşini düşürür. Telaş etmeyin yarın da doktora götürürsünüz.” Cık… Çocuk kıymetlidir ve bakım işinde sınıfta kalmamak lazımdır.
“Kap çocuğu hanım, ben de arabayı hazırlayayım acile götürelim hemen.”
Gecenin üçü ve 15 dakika sonra hastanenin acili…
Doktor, “Bu gece ‘Calpol’ verin ve yarın getirin ‘bi’ bakalım.”
Tıpış tıpış geri…
Uykusuz geceler… Ama helal olsun, evlat için her şey yapılır!
Anne ve baba için aşklarının meyvesidir çocuk. Halıya oturmayan adam, çocuk için at olur, yerlerde sürünür. O dönemlerde karizma da yerlerdedir ama “aşk meyvesi” için her şey mübahtır.
Yıllar ilerledikçe aşk biterken, meyve de olgunlaşır.
Bebeklik ve çocukluk yıllarındaki yoğun ilgi yerini takipsizliğe bırakır. Bu yoğun izleme çeşitli nedenlerle isteksizliği/yetersizliği de beraberinde getirir. Bezginlik, baş edememe duygusu, sorunlarla yüzleşmek istememek, sorunların zamanla düzeleceğine inanmak, “gerçekten” güven duymak, güven duymayı istemek gibi birçok nedenle anne-babalar ergenlik dönemlerinde çocuklarını izlemeyi tam olarak başaramazlar.
Enerji de tükenmiştir.
Ergenlik dönemleri çocukların gençliğe ilk adım attıkları dönemdir. Bu dönemde vücudun gelişimiyle birlikte hormonların da sağladığı itici güçle çocuklar, 0’dan 100 km’ye 5 saniyede çıkan otomobil gibi yüksek “G” kuvvetine maruz kalırlar.
Heyecan vericidir…
Bu derece yüksek motor gücüne sahip bir aracı kontrol etmek için mutlaka deneyim gerekir. Ancak o da bizim çocukta yoktur.
Ayrıca hız yapmak çok zevkliyken sadece “hız yapma” demekle, bu çocukları kontrol etmek pek mümkün değildir.
Çocuklara “arabadan inin” demekle de olmayacağını herkesin bilmesine rağmen bu ergenlik dönemlerinde anlamsız şekilde çatışılıp durulur…
Ne yapmalı?
Bence geçip şoförün yanına oturmalı. Mademki siz isteseniz de istemeseniz de çocuğunuz bu aracı kullanacak, o zaman siz yanında olun. Belki “co-pilot” luk yapmanıza izin verir.
Efendim, nereden çıktı bu ders? Velilere de mi hocalık yapıyorsunuz diye düşünenler için paylaşmak istiyorum ki -estağfurullah- bildiklerimizi paylaşmamız, sorumluluklarımızın bir parçasıdır.
Ayrıca sizin yüzünüzden devrilen arabaları biz tamir etmek zorunda kalıyoruz ki maksat arabayı hurdaya çıkartmamak.
Malum, ergenlik tüm canlılarda sıkıntılı dönemdir. 7.000 kiloluk fil bile kızışan ergenleri görmezden gelir. Ama dikkat! Sadece “bu dönemde”! Ne öncesinde ne de sonrasında!
Fillerden danışmanlık alacak hâlimiz yok.
Formül mü?
Yakın takip, dikkatli dinleme, anlama, nitelikli zaman geçirme, sabır…
Elbette bu sürecin olumlu sonuç vermesi için bebeklik döneminden başlamak gerekir. Hani bebek için at olmuştunuz ya, masal okumuştunuz hani, işte bu ilginin devamı ilkokulun ikinci sınıfında, üçte, dörtte beşte kesilmediyse, altı ve yedinci sınıfta da devam ettiyse işler daha kolay olacaktır. Yani bu süreçlerde çocuğunuz sorumluluk almayı öğrendiyse, değerlerinin farkındaysa, saygılı ve sevgiliyse korkmayın.
Unutmayın ne dediğiniz değil, nasıl söylediğiniz önemlidir.
Şu an 92 yaşında olan annem benimle hiç yüz göz olmadı ama beni hep çok sevdi. Bunu biliyorum. Ve bugün onu daha iyi anlıyorum
Size mi? Sağlıklı “sürüşler” dilerim.

Ömer Orhan
- See more at: http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2651-omer_orhan.html#sthash.i4nNRFxA.dpuf
Okul öncesinde çocuklarını azimle takip eden anne-babalar iyi hatırlarlar. Düşünün, bebek doğduğunda Dünya onun etrafında dönmeye başlar. İşe gidilir ama akıl evdedir. Günde birkaç kez kontrol için telefon açılır. Bebeğin altı bezli fotoğrafları çalışma masası üzerine dizim dizim dizilir, bilgisayarın “volpeypırı” değiştirilir.
Bebeğin gaz çıkartıp çıkartmadığı bile millî mesele hâline getirilir. Endişe zirvededir.
Mektep medrese görmüşler kitaplara, daha yeni nesil olanlar ise İnternete hücum ederek “anne-baba” olmanın inceliklerini araştırır.
Çocuğun ateşi mi çıktı? Sor Google amcaya.
Yere tam basmıyor mu? Dabılyu dabılyu dabılyu nokta cocuksagligi nokta kom
Araştır ama hemen inanma birkaç adrese daha gir, sor soruştur…
Bu arada içeriden bir ses çekine çekine:
“Oğlum daha dün bir, bugün iki, el kadar çocuk, basar o basar merak etmeyin.”
Cık… Büyükbabaları zaten takan olmadığı gibi büyükannelerin de yerini “arama motorları” çoktan almıştır.
“Vatsap” grupları kurulur, taze anne-baba paylaşımları gece uykuları kaçırır noktalara ulaşır ama sorun yoktur, bilgi düzeyi arşı geçmiştir ve Allah’tan şu İnternet vardır.
Tekmili birden tüm arkadaşlar ve koca sanal âlem ayaktadır. Bu çocuğun ateşi düşürülecektir!
“Yavrum, çocuğu soyun, eklem yerlerine ıslak bez koyun.” Yok, duyan yok…
“Çocuğum, bir kaşık ‘Calpol’ verin, ateşini düşürür. Telaş etmeyin yarın da doktora götürürsünüz.” Cık… Çocuk kıymetlidir ve bakım işinde sınıfta kalmamak lazımdır.
“Kap çocuğu hanım, ben de arabayı hazırlayayım acile götürelim hemen.”
Gecenin üçü ve 15 dakika sonra hastanenin acili…
Doktor, “Bu gece ‘Calpol’ verin ve yarın getirin ‘bi’ bakalım.”
Tıpış tıpış geri…
Uykusuz geceler… Ama helal olsun, evlat için her şey yapılır!
Anne ve baba için aşklarının meyvesidir çocuk. Halıya oturmayan adam, çocuk için at olur, yerlerde sürünür. O dönemlerde karizma da yerlerdedir ama “aşk meyvesi” için her şey mübahtır.
Yıllar ilerledikçe aşk biterken, meyve de olgunlaşır.
Bebeklik ve çocukluk yıllarındaki yoğun ilgi yerini takipsizliğe bırakır. Bu yoğun izleme çeşitli nedenlerle isteksizliği/yetersizliği de beraberinde getirir. Bezginlik, baş edememe duygusu, sorunlarla yüzleşmek istememek, sorunların zamanla düzeleceğine inanmak, “gerçekten” güven duymak, güven duymayı istemek gibi birçok nedenle anne-babalar ergenlik dönemlerinde çocuklarını izlemeyi tam olarak başaramazlar.
Enerji de tükenmiştir.
Ergenlik dönemleri çocukların gençliğe ilk adım attıkları dönemdir. Bu dönemde vücudun gelişimiyle birlikte hormonların da sağladığı itici güçle çocuklar, 0’dan 100 km’ye 5 saniyede çıkan otomobil gibi yüksek “G” kuvvetine maruz kalırlar.
Heyecan vericidir…
Bu derece yüksek motor gücüne sahip bir aracı kontrol etmek için mutlaka deneyim gerekir. Ancak o da bizim çocukta yoktur.
Ayrıca hız yapmak çok zevkliyken sadece “hız yapma” demekle, bu çocukları kontrol etmek pek mümkün değildir.
Çocuklara “arabadan inin” demekle de olmayacağını herkesin bilmesine rağmen bu ergenlik dönemlerinde anlamsız şekilde çatışılıp durulur…
Ne yapmalı?
Bence geçip şoförün yanına oturmalı. Mademki siz isteseniz de istemeseniz de çocuğunuz bu aracı kullanacak, o zaman siz yanında olun. Belki “co-pilot” luk yapmanıza izin verir.
Efendim, nereden çıktı bu ders? Velilere de mi hocalık yapıyorsunuz diye düşünenler için paylaşmak istiyorum ki -estağfurullah- bildiklerimizi paylaşmamız, sorumluluklarımızın bir parçasıdır.
Ayrıca sizin yüzünüzden devrilen arabaları biz tamir etmek zorunda kalıyoruz ki maksat arabayı hurdaya çıkartmamak.
Malum, ergenlik tüm canlılarda sıkıntılı dönemdir. 7.000 kiloluk fil bile kızışan ergenleri görmezden gelir. Ama dikkat! Sadece “bu dönemde”! Ne öncesinde ne de sonrasında!
Fillerden danışmanlık alacak hâlimiz yok.
Formül mü?
Yakın takip, dikkatli dinleme, anlama, nitelikli zaman geçirme, sabır…
Elbette bu sürecin olumlu sonuç vermesi için bebeklik döneminden başlamak gerekir. Hani bebek için at olmuştunuz ya, masal okumuştunuz hani, işte bu ilginin devamı ilkokulun ikinci sınıfında, üçte, dörtte beşte kesilmediyse, altı ve yedinci sınıfta da devam ettiyse işler daha kolay olacaktır. Yani bu süreçlerde çocuğunuz sorumluluk almayı öğrendiyse, değerlerinin farkındaysa, saygılı ve sevgiliyse korkmayın.
Unutmayın ne dediğiniz değil, nasıl söylediğiniz önemlidir.
Şu an 92 yaşında olan annem benimle hiç yüz göz olmadı ama beni hep çok sevdi. Bunu biliyorum. Ve bugün onu daha iyi anlıyorum
Size mi? Sağlıklı “sürüşler” dilerim.

Ömer Orhan
- See more at: http://www.egitimveegitim.com/soz_egitimcilerde/2651-omer_orhan.html#sthash.i4nNRFxA.dpuf