16 Ocak 2017 Pazartesi

Kurumsallaştıramadıklarımızdan mısınız?




Profesyonel iş hayatı, büyüme hedefleri, kârlılık, “satış”, birbirinin yüzüne bakmayan insanlar. Toplantılar, görüşmeler, grafikler, mukayese tabloları ve sadece birer sayıya dönüşmüş çalışanlar. Kumandalar, maşalar, maskelerle dolu yönetim şekilleri. 

“Bindik bir alâmete gidiyoruz kıyamete.” 

Kıyametten önce son çıkış; “kurumsallık”.

Kurumsal: Değişik birim ve fonksiyonlarıyla bir kurumun niteliklerine tam anlamıyla sahip olan.

Kurumsal olmak… Kulağa hoş geliyor olmalı ve çok etkileyici!

Peki, kurumsal olunur mu, doğulur mu? 

Öyle ezbere değil elbette, ne yapılırsa belirli disiplinler ve önceden sorgulanmış ve çalışılmış proseslere göre hareket edilir. Yani güven verici olunmalıdır. Kişisel değerlendirmelerden uzak, yılların deneyimlerinden özümsenmiş prosedürler oluşturulur. Sistem kurulur.

Sistem kurmanın basit bir iş olmadığını herkes bilir.

Yükümlülükler çıkartılır, kurumu bilen ve deneyimli kadrolardan destek alınarak gruplar oluşturulur, referanslar saptanır, hedefler belirlenir, prosedürler, yönergeler, talimatlar yazılır ve bunlar ilgililerle paylaşılarak kontrol edilir, organizasyon şeması çizilir, iş ve görev tanımları yapılır. Dokümantasyona herkesin ulaşması sağlanır ve sistem çeşitli yöntemlerle denetlenir. Düzeltici ve önleyici faaliyetler gerçekleştirilir. Süreçler sürekli gözden geçirilir ve güncellemeler yapılır. 

Kişilerin görüşleri vardır ama kişiler yoktur. Sistem vardır. Öyle keyfekeder yaklaşımlar olmaz. Kurumsal yapıyı oluşturmuş yerler de bilinir ki, detaylar düşünülmüş ve karşılıklı çıkarlar sağlanarak güvence altına alınmıştır

-mıştır! -mış mıdır?

Sistem kurmak zor ama bozmak basittir. Yetersiz ama yetkili biri, göz açıp kapayana kadar ne sistem bırakır ne de kurumsal yapı. Özellikle yönetim sınıfında karar vericilerin çok dikkatli olması gerekir. Ortak akıl yaratamayan, egosuna yenik düşen ve öncelikle var olan sistemleri çökerterek başlamak isteyene dikkat etmek gerekir. Ayrıca mevcut sistem değiştirilmeden önce getirilen alternatif ciddi anlamda sorgulanmalıdır. 

Sistem ayakkabıya benzer. Hazır olmayan kurumlar için ya büyük gelir ayaktan çıkar ya da küçük gelir ayağı sıkar! Ama itiraf etmek gerekir ki şatafatlı bir yakıştırmadır! KURUMSALLIK!
Her şeyin başı samimiyet… Kurumsal olsun ama sonunda dediğim olsun denilmemeli ki bu da bir kültür ve eğitim meselesidir. Yönetimler, kurumsallığa gıpta ederek, bildiğini okumamalıdır. Hazır olmadan dışarıdan ithal edilerek kurumsal bir yapı oluşturmaya çalışmak, zaman, emek ve para kaybından başka bir şey değildir. 

Sistem kurulması zor, sürdürülebilir olması ve geliştirilebilir olması daha da zordur.  Özellikle yönetim kademesinin sisteme sahip çıkması, bilerek ya da bilmeyerek sistemi, kurumsal yapıyı sabote etmemesi gerekir.




Ömer Orhan

8 Ocak 2017 Pazar

Bizim “PISA” devrilmek üzere mi?




Türkiye’nin de üyesi olduğu OECD ülkeleri arasında düzenlenen PISA, bilindiği üzere bir yarışma sınavı değildir. Ülkelerin kendi eğitim sistemlerini değerlendirdikleri, öğrencilerin matematik ve fen okuryazarlığı ile okuma becerileri gibi temel alanlardaki beceri gelişimlerini yıllara göre takip etmelerini sağladıkları bir sınavdır.

PISA tarafından sağlanan karşılaştırılabilir bilgiler ile 15 yaşındaki öğrencilerin hayata hazırlanma durumları görülür.

Kim görür?

Özellikle görmek için bakan görür.

Ülkemizin bu projeye katılma amacı PISA Türkiye resmî web sitesinde şu şekilde açıklanıyor:

Küreselleşen dünyamızda, eğitim alanında yapılan ulusal değerlendirme çalışmalarının yanı sıra, uluslararası düzeyde konumumuzu belirlemek amacıyla eğitim göstergelerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle belirli referans noktalarına göre ülkemizin eğitim alanında hangi düzeyde olduğunun, giderilmesi gereken eksikliklerin ve alınması gereken tedbirlerin belirlenmesidir. Ülkemiz de OECD üyesi olarak, eğitim düzeyinin yükseltilmesi amacıyla bu projeye katılmaktadır.

Çelişkiler yumağıyız! 

Amaç süper! Ya sonra?

Sonuçlar sadece merakımızı mı gideriyor? Örneğin 2012, 2009, 2006 ve 2003 yılı sonuçlarına göre neler yapıldı? Sonuçları ne oldu? Süreç analizlerini ve performanslarını görmek mümkün mü?

-mış gibi mi yapıyoruz?

Sınav odaklı eğitim sistemi içerisinde öğrenciler, hangi hayata hazırlanıyor? Onlar için hayat sınavlardan ibaret zaten. 

Öğrenme isteği de sizlere ömür!

Okul öncesinde kişisel özelliklere saygı gösterme, yaratıcılığı destekleme, oyunla öğretme çabası, drama çalışmaları, 6 yaşından sonra okulun duvarına toslar. Okullar, kâğıt üstünde öğrencilerin becerilerini ölçtüklerini iddia etseler de kamuoyu baskısına çoğunlukla yenik düşer ve sınav okulu olurlar.

Öğretmenler, soru soran öğrenciyi sevse de uzatmayan öğrenciyi daha çok sever.

Veliler de farklı farklıdır. Daha ana karnındayken çocuğun akademik kariyer planlamasını yapanlar... 

Özel hocalar, “dershaneler”,  sınavlar, testler derken dört duvar arasından başka bir dört duvar arasına çocuğunu yetiştirenler... 

Hayır, ben çocuğumu “yarış atı” yapmayacağım diyerek elini eteğini tamamen eğitimden çekenler...

Efendim ben şöyle yetiştirildim, o yüzden çocuğumu öyle yetiştirmiyorum diyerek ne gördülerse tersini yapanlar...

Her şeyi bildiğini düşünerek eğitimle ilgili her süreçte yer almaya çalışan çokbilmişler...

Geçim derdine düşerek evinin yolunu bulamayan çaresizler...

Kendi yaşantısından çocuğuna vakit ayırmayanlar...

Çocuğuna vakit ayıran ama onunla nitelikli zaman geçirmeyenler...

Bu veli çeşitliliğinin Türkiye’nin tüm bölgelerine dağıldığını düşünün ve buna aşağıdaki okul çeşitliliğini ekleyin.

İlköğretim Okulu, Genel Lise, Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Sosyal Bilimler Lisesi, Anadolu Öğretmen Lisesi, Meslek Lisesi, Anadolu Meslek Lisesi, Teknik Lise, Anadolu Teknik Lisesi, Çok Programlı Lise ve Polis Kolejinden 4848 öğrencinin rastgele seçildiğini düşünün, taban tabana zıt kültürel farklılıklar ve şartları da içerisine dâhil edin ve bu öğrencileri PISA sınavına sokun…

Sonuç mu? Al eline kalemi, yaz başına geleni durumu.

Çoğu kulaktan dolma bilgilerle 2015 PISA sonuçları ile ilgili herkes bir yorum yaptığı için ben de sıranın sonunda oluşumuzla ilgili laflar etmeyeceğim. Soru soracağım.

Bu sınava neden dâhil oluyoruz?

Derslerimizin müfredatları hangi kazanımları içermektedir ve yoğunlukları nedir? Bunlar PISA sınavının özüne uygun mu?

Diyelim ki tüm müfredatlar kâğıt üzerinde uygun hâle getirilmiş, peki dersler böyle mi işleniyor?

Bu, gerçeğimizle örtüşüyor mu?

İnsanların gelecekle ilgili kaygılar yaşadığı bir toplumda, devlet başta olmak üzere, tüm öğrenim süreçlerinde sıralama sınavları yapılıyorsa, beceri odaklı bir öğrenim sistemi gerçekleştirilebilir mi?

Hadi diyelim ki her şeyimiz tamam! Hayatı boyunca sorgulamasına izin verilmemiş ya da klasik eğitim anlayışıyla yetişmiş bir öğretmen bu süreci yönetebilir mi?

Tekrar soruyorum: 

Neden çocuklarımızı bu sınava sokuyoruz?

Yanıt: “Ne yardan ne serden...” 

17-29 Temmuz 1939 tarihleri arasında gerçekleştirilen 1. Millî Eğitim Şûrası’nda dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in açış konuşması:

"… Muhterem arkadaşlar, kanaatimce bütün Maarif Teşkilatı tam ve mükemmel bir uzviyet alabilmek için her uzvunun birbiriyle alakalı, birbiriyle münasebetli bir surette işlemesi lazımdır. Ortaokul öğretmenleri, ilkokuldan gelen çocukların zayıf olduklarını söylüyorlar. Lise muallimleri aynı şikâyetleri, ortaokula yükletiyorlar. Üniversite ve yüksek mektepler ise liseden gelen çocuklarımız şu ve bu noktalardaki kuvvetsizliğinde ısrar ediyorlar. İlkokula giren çocuğun içinde yaşadığı dar muhitle başlayan bu şikâyet dairesi, burada kapanmış gibi görünür. Fakat aldanmamalıdır. Çünkü üniversitenin ve yüksek mektebin verdiği mezundan da hayat şikâyet ediyor ve devre, bu şikâyetin ancak umumi hayat ve geniş muhite dayanmasıyla kapanıyor.
Mevcut öğretim bünyesini nasıl kurmalıyız ki her parçası birbirinden haberli olarak işleyebilsin."

Yıl 2016… Resmin bütünü görülebilmiş mi?..

Eğitimde tüm paydaşların birlikte hareket etmesi, akıl birliği yapması, aynı ideal etrafında birleşmesi gerekir. Eğitim, ideolojilerin ve siyasetin dışında tutularak dizayn edilmelidir.

Bu ülke, köy enstitüleri modelini yaratarak tüm dünyanın örnek aldığı bir ülke olmuştur. Benzer bir uygulama ile bunu yine başarabilir.

Bunu samimiyetle istemek lazımdır!


Ömer Orhan

2 Ocak 2017 Pazartesi

Havva elmayı, Themis “ayvayı” yedi…




Âdem ile Havva elmayı ısırınca mı cennetten kovuldu, yoksa sonrasında biz mi hayatımızı cehenneme çevirdik belli değil.

Ancak onlarla birlikte yemeye “başladığımız” kesin.

“Yemeye” alışmış insan ırkı ise çeşit çeşit…

Elma yiyenler, ayva yiyenler, “avanta” yiyenler… 

Yeme de bir sindirim meselesidir ve belli ki elma, sindirim sistemini “geliştirmektedir”. Mucizevi bir meyve olan elmanın bazıları özünden, bazıları da sapından nasibini almıştır. 

İşte bu saptan nasibini alanların, gelişmiş bir sindirim sistemine sahip oldukları kesindir; ancak bilim insanları homo sapienslerin alt türü olduklarını iddia ettikleri bu insanların beyinlerine henüz rastlayamamıştır.

İşin şakası bir yana insanlar, farklı farklı.

Beyni olanı da var, var olup da kullanmayanı da!

Bilindiği üzere beyin, içten yanmalı bir motor gibidir ve yakıt olarak oksijen tüketir. Oksijen ise doğada “henüz” bolca bulunmakla birlikte yakanı da var, ziyan edeni de…

Oksijeni yakanla ziyan eden doğada eşit olsa da buna karşılık yaşam hiç adil değildir. Beynini kullananla kullanmayan çoğu zaman aynı kefededir! Gerçi son yıllarda beynini kullananlara “aynı kefede” de yer yok ama bu da bir uygarlık meselesidir ve ülkeden ülkeye “terazi” kullanımı değişir.

Terazi; popüler kültürde burç, sosyal hayatta ağırlık ölçme aracı ve adaletin dengesini gösteren simgedir.

Düşünün, Eski Yunan bundan 2500 yıl önce adaleti hangi seviyede önemsemiş ki Themis Heykeli’ni yaratmış. Themis, bir elinde kılıç, diğer elinde dengede bir terazi, gözleri bağlı kadın heykelidir.

Themis’in bakire bir kadın oluşu bağımsızlığını, gözünün bağlı oluşu tarafsızlığını, bir elinde tuttuğu terazi adaletini ve bunu dengeli dağıttığını, diğer elindeki kılıç ise adil olarak verdiği cezaların gücü ve caydırıcılığını gösterecek şekilde tasarlanmıştır.

Günümüze kadar tüm dünya ülkeleri de bu simgeyi bayılarak “kullanmıştır”! Themis’in gözündeki bağı çözenler, terazinin dengesini bozanlar, kılıcı halkı sindirmek için kullananlar derken geriye ne bakirenin saflığı kaldı ne de adaleti…

Yasak elmayı yiyerek çöküşünü başlatan insanoğlu, Themis’i kirlettikten sonra da ayvayı yedi!

Uygarlığın ölçüsünü okumak belirliyor olsa bile ne okuduğun ve okuduğundan ne anladığın çok daha önemlidir.

Okullarda beynin kullanımı, sınavlardaki başarıya endeksliyken yaşam ilginç ölçümlemeleri gerekli kılar. Böylece okullar çoğunlukla sınavlarda başarılı olan ve becerilerinin geliştirildiği iddia edilen beceriksizler yaratır. Sisteme rağmen becerikli olanlar ise aradan sıyrılarak farkını gösterir. 

Maalesef 200 yıl öncesine ait okul modelleri ile 21. yüzyıl inşa edilmeye çalışılmaktadır. Okullar dört duvarla çevrildikten sonra işler değişmeye başlamıştır. Tarihsel olaylar, mekânlar, coğrafi oluşumlar, toprak ve kaya çeşitleri, bitkiler, hayvanlar, insanlar, ekonomik durumlar, sosyal olaylar, sanat gibi okulun dışında olup biten ne varsa okulun içinde öğretilmeye çalışılmaktadır. Üstelik öğrencilerin tümünün bu çeşitliliği hayal etmesi ve iştahla öğrenmesi beklenmektedir. Oysa insanoğlunun neye iştahlı olduğu iyi bilinmektedir.

İleride cennet meyvelerinin ikram edileceği söylemleri de insanlığın bu dünyadaki iştahını maalesef kesmemiştir.

Tarihte hiçbir meyve elmanın yaşadıklarını yaşamamıştır. 

Oğluyla pazar yerine giden ve Vali’ye selam vermediği için tutuklatılan William Tell’e, bir direğe bağlatılan oğlunun başına konan elmayı okla vurması emredildi. William, elmayı vurmayı başardı ama olan elmaya olmuştu.

Pamuk Prensesi uyutmak için cadı, zehirli bir elma kullanmıştı.

İnsanlığın var oluşundan itibaren her zaman kötü işlere bulaşan elma bu şöhretinden 17. yüzyılda kurtuldu.

Tüm zamanların en iyi fizikçisi olan Albert Einstein’dan sonra ikinci sırayı alan Isaac Newton, elmayla yer çekimi kanununu ispatladı. Cambridge’de öğrenim gören Newton 1665-1667 yılları arasında yaşadığı çiftlikte, bir elma ağacının altında otururken bu dâhiyane gözlemini yapmıştı. Beyaz ışığın prizmadan yansıyarak renk tayfını oluşturmasını da yine yaşadığı çiftlik evinde keşfetti. 

Demek ki ne varsa doğada var…

Şimdilerde İsviçre-Fransa sınırında yerin 100 m altında ve 27 km uzunluğundaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda atomaltı parçacıkları çarpıştırılıyor. Bilim insanları Higgs parçacığını (Higgs bozonu-Higgson) inceliyor ve mümkünse yeniden büyük patlamayı gerçekleştirmeye çalışıyor.

Anlaşılan o ki ilk patlama bizi (big bang) “kesmedi”.

Şimdi sıra bizde… Bir de biz patlatalım. Belki sonunda ilahi ışığı görürüz.

Sormayı unuttum. Siz hangi meyveyi tercih ederdiniz?


Ömer Orhan