19 Kasım 2017 Pazar

Siz hâlâ kodlama öğrenmediniz mi?


Gelecek kodlamayla gelecekmiş! Başka bir deyişle “koding” olmadan olmazmış. Topyekûn çocukların tümü kodlama öğrenmeliymiş. Yeni “moda” bu…

Eğitim sistemini değiştirmekten helak olduk ama denemekten vazgeçmiyoruz.

Filmi geri saralım:

18. yüzyıl sanayi devrimi yaşanıyor. Trenler, otomobiller revaçta… Peki, okulların tümünde buharlı makine nasıl yapılır diye öğretilmeye mi başlanmıştı? Yani derslerde herkese yakıtlar ve yanma, akışkanlar mekaniği, gaz dinamiği ve termodinamik gibi dersler mi okutulmuştu?

Dokuma ilerledikçe, öğrencilerin tümüne dokuma tezgâhı yapımı mı öğretilmişti? Dokuma teknolojisi, örme teknolojisi, teknik tekstiller, iplik teknolojisi dersleri de ilkokuldan başlatılarak verilmişti öyle mi?

Orta sınıfın zenginliği artmaya başladıkça da okullarda iktisat dersleri temelinde mi öğretim yapılmıştı? Yani finansal muhasebe, mikro ve makro iktisat teorisi, istatistik, para teorisi dersleri k12 düzeyindeki ortak dersler miydi?

Yoksa öğretimde dogmatik düşünceden uzaklaşarak, bilimsel ve rasyonel düşünme ve araştırma özgürlüğüne yönelik gelişme mi gösterilmişti?

Teknoloji ve bilişimin hızlı gelişimine ayak uyduramamışken eğitim sistemini temelinden değiştirerek merkezine kodlamayı oturtmak ne kadar mantıklı? Temel sorunumuz, önceliklerimizi bir türlü belirleyemiyor olmamız.

Buraya kadar anlatılandan gelişime karşı olduğum sonucu çıkartılmamalı. Amacım, ne kadar cezbedici görünse de, pantolonunu çekemeyen çocuklara, robot teknolojisinin temel becerilerini kazandırmaya çalışmanın anlamını sorgulamaktır. Kaldı ki bu çocukların bir bölümü ileride bunu mutlaka öğrenecektir. Ancak eşitlikten ve adil olmaktan uzak, senede birkaç kez değişen ve sınavlara yaslanmış ve yorulmuş bir ülkenin eğitim sistemi içerisinde, modalar yaratmaya çalışmaktan ibaret bir durum yaşanıyor gibi…

Eğitim sistemindeki asıl sorunlarımızı görmezden gelerek kendimize yeni sorunlar yaratmaktan başka bir şey değil yaşananlar.

Birkaç yıl önce kaleme aldığım yazılarımda, teknoloji uzmanlarının eğitim-öğretime dâhil olacağını ve öne çıkacağını yazmıştım. Dâhil olmalarında ve yarar sağlamalarında elbette sakınca görmemiştim ancak bilgisayar teknolojilerinin, eğitim-öğretimin vazgeçilmezi olarak gösterilmesine dikkat çekmiştim. Bana göre bu tehlike giderek büyüyor.

8 yıllık kesintisiz eğitim, okula başlama yaşının düşürülmesi, bir öyle, bir böyle sınav sistemleri, Anadolu liselerinin yapısının değiştirilmesi, okulların müdür ve öğretmen kadrolarının dağıtılması, kötüye giden eğitim sistemi, PISA sınavlarındaki hezimetimiz derken sonunda bütün suç, defter, kitap, kara tahta ve öğretmenlere yüklendi.

Özel okulların sayılarının artması nedeniyle kızışan rekabet ortamı da bu durumu tetikleyince, şöyle bizi dünyanın önüne geçirecek yeni bir şeyler bulmak şart olmuştu. Hazır millet birkaç yıl önce “Matrix”i de izlemişken, en “cafcaflısından” kodlama ilaç gibi geldi.

Hem de ne ilaç! Hem teknoloji içeriyor hem de kimse doğru dürüst bilmiyor yani gizemli

O hâlde önce biz öğrenmeliyiz. Ders bile konuldu ama merak ediyorum kaç tane eğitim bilimcinin görüşü alındı.

Önceden deneyler kontrollü laboratuvar ortamlarında ve bilimsel disiplinle yapılırken kapitalizm ve büyüme aşkı nedeniyle artık neredeyse her türlü deney toplum üzerinde gerçekleştiriliyor.

Bence insanlar çok fazla Hollywood filmi izlemeye başladı.

Peki, neden herkes?

Öyle işte… Gelecek kodla gelecek… Geri kalmayalım, çok yararlı ya, herkes öğrensin!

Gerçi kod yazımından önce de tablet denenmişti ama durum malum! Hatırlayan var mı? Yok.
O zamanlar “Yahu etmeyin, önemli olan teknolojiye sahip olmak değildir, içerik olmazsa şatafatlı teknoloji ne işe yarar?” desek de dinleyen olmamıştı.

Belki bir gün insanlığın kaçınılmaz olarak yaşayacağı bu durum, insanlık için en doğrusu olacağı garantisini vermez.

Bakınız: “Geliştikçe” dünyamızı ne hâle getirdiğimiz ortada.

Kodlama, yapay zekâ, nanoteknoloji ve robot teknolojisini de mutlaka öğretelim ama tadını kaçırmayalım. Bence önceliklerimizi bile sıralayamıyorken abartmamak lazım!

Öğrencilerin hayat boyu öğrenmelerini sağlamak için onların meraklarını tetiklemek yeterlidir. Eğitim sistemini düzenlerken işe, yaratıcılıkları köreltmemekle başlanabilir. Ayrıca sistem; öğretimi duvarların dışına taşımak, deneysel çalışmaları arttırmak ve öğrencilerin üretmelerini desteklemekle geliştirilebilir.

Unutmayalım ki dün ve bugünün başarılı mucitleri, okullara rağmen meraklarını yitirmemiş insanlardır.

Ömer Orhan

14 Ekim 2017 Cumartesi

Eğitim sisteminin hormonel yapısı…




TEOG kaldırıldı, YGS ve LYS sizlere ömür... 

Olsun, alıştık artık, en kısa zamanda yine kaldırılacak yeni bir şeyler bu sınavların yerini alacaktır. Her ne kadar kaldırmak kolay, kondurmak zor olsa da bu konuda başarımız tescillenmiş maşallah.

Bakanlık, yaptığı açıklamada yeni sistemler üzerinde çalışıldığını, kamuoyunda yapılan açıklamaların gerçeği yansıtmadığını defaten söylese de ortalık toz duman! Eğitim camiasından olsun olmasın herkes falcılığa soyunmuş durumda. Kulaktan dolma bilgilerle yeni sistem şöyle olacak, böyle olacak söylemleri / lafları…

Elbette benim de bazı tahminlerim var ama açık uçlu TEOG örneklerini birkaç gün önce açıklayarak, sınavın iptal edildiği bilgisini bizim gibi medyadan öğrenen yetkili insanların durumunu düşününce, tahmin bende kalsın dedim.

Konuşulan en yüksek olasılıklı değişiklik, ders dışı çalışmaların da notlandırılması/değerlendirilmesi olacak gibi görünüyor. Yani öğrencilerin akademik başarıları yanında sosyal, sportif, sanatsal başarıları da artık önem kazanacakmış.

 –mış!

Bu çok yeni bir haber değil. Eğitimin içinde olan, eğitimle ilgili sorunlara kafa yoran kişiler, bunu daha önce de duymuştur. Ancak konu, bu kez hayata geçirilecek gibi görünüyor.

“Bahtiyarım!”

Güzel sanatlar eğitimi almış bir insan olarak, ülkemizde tiyatroların kapanması, heykellere bakış açısı gibi birçok alanda sanatın görmezden gelinmesi içimi dağlamıştı. 

Okullarımızda sanat derslerinde başka dersler yapılması, resim diğer adıyla görsel sanatlar, müzik ve beden eğitimi derslerinin görmezden gelinmesini üzüntüyle izlemiştim. Gerçi bu konuda birkaç yazı kaleme almıştım ama en kayda değer icraatım okul müdürlüğü yaptığım dönemde (bilen bilir) okulumun her dersin hakkıyla yapılmasını, sanat derslerinin ders içinde ve dışında tüm okul toplumunun katılacağı veya içinde yer alacağı etkinliklerle genişleterek bir okul kültürü oluşturmam olmuştur.

Çoktan seçmeli sınavlara hazırlanırken çocukların ve gençlerin yeteneklerinin köreltilmesinin, onların meslek hayatlarına olumsuz yansıyacağının altını çizdim durdum. 

Okurken sanat eğitimi almamış, hiçbir organizasyona katılmamış, sosyal ve kültürel çalışmaları zaman kaybı olarak görmüş bir insanın “en iyi üniversiteyi” kazanması, oradan mezun olması ve meslek sahibi olması her anlamda ona başarı getirmez. 

Hangi meslek grubunda olursa olsun insanın yaratıcı olması gerekir. Yaratıcılık ise marketlerde satılmadığı gibi internetten sipariş edebileceğiniz bir şey de değil… Aşısı da yok serumu da!

Bu tür kazanımlar küçük yaşlardan başlayarak ve zamanla edinilebilir.

Çok şükür, çok şükür bugünü de gördük demiş şair…

Bundan sonra okullarımızda spor, sanat ve sosyal çalışmalar hak ettiği itibarı görecek diye ümitleniyoruz. Ancak bu çalışmaların puanlanması ve puanların okullara girişte kullanılacak olması beraberinde yine bazı sorunlar getirecektir. 

Kaldırılan sınavlarda uygulanan yöntemde okul puanlarının herhangi bir kritere bağlanmadan ve formüle edilmeden direkt kullanılması, öğretmenlerin ve okulların üzerinde baskı oluşturmuştu. Unutmayalım ki hormonlu puanlar nedeniyle de öğrencilerin gerçek başarıları görülememiş, sınavların ayırt ediciliği tartışılır hâle gelmişti. 

Eğer ders dışı çalışmalar da puanlanır ve bu puanlar okullara girişte bir önceki şekilde olduğu gibi kullanılırsa, bunlar da hormonlu puanlara dönüşecektir.

Ders dışı çalışmaların sertifikalarla belgelenmesi şartı getirilirse, bunun da bazı formüllerinin bulunacağına ve kolaycılığa neden olacağına eminim. 

Aman dikkat!

Sistem, insanların tenezzül edeceği açıklar bırakacak şekilde kurulmamalı, adil ve gerçek anlamda emeği ayırt edici olmalıdır.

Ömer ORHAN

Eğitim sisteminin “günah keçisi” sınavlar!




En iyi becerdiğimiz iş sınavlara isim bulma olsa gerek. Özellikle 1998 yılından itibaren sınavların isimlerini kısaltma konusunda çok becerikliyiz.

1998-2004 yılları LGS (Lise Giriş Sınavı)

2004-2007 yılları OKS (Ortaöğretime Geçiş Sınavı)

2007-2010 yılları SBS (Seviye Belirleme Sınavı)

2010-2013 yılları SBS (Seviye Belirleme Sınavı 6,7 ve 8. Sınıf düzeyleri)

2014-2017 yılları TEOG (Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sınavı)

Bakanlık her ne kadar TEOG için bu bir sınav değil bir sistemdi dese de öğrenciler sınava girdiler.

Durum böyleydi ama sınavlara hep karşı olduk!

Eğitim-öğretimde süreçlerden çok sonuç odaklı olunmasını eleştirdik. Sürekli ideali aradık. Bir gün bu sınavlardan kurtulmayı düşledik. Cumhuriyet tarihi boyunca da bundan hiç kurtulamadık. Sınavlar, eğitimcilerin ve öğrencilerin tepesinde, ensesindeydi.

Şöyle sınav olmadan rahatça okumak, dilediğin gibi bir öğrenim hayatı geçirmek ve sonunda da dilediğin yaşam koşullarını sana sunacak bir meslek sahibi olmak…

Ütopik!

Efendim durum şöyle…

Dünyanın her tarafında sınavlar var. Öyle elini kolunu sallayarak okullara giremiyorsunuz. Ayrıca herkeste bir üniversite okuma telaşı da yok. Yok, çünkü meslek sahibi olduğunda da ortalama bir yaşam standardına sahip oluyorsunuz. Nüfusu uygun Avrupa ülkelerinde diyelim ki dilediğiniz üniversiteye girdiniz... Onda da sınavlar var ve çalışmayanın mezun olma şansı yok. Öyle afmış mafmış ne gezer…

Bizde bırakın üniversiteden mezun olmayı, son yıllarda yüksek lisanslı olmak, hatta mümkünse yurt dışında mastır yapmak, çift dil bilmek, üçüncüyü en azından konuşmak neredeyse zorunluluk. 

Okumanın da tadını kaçırıyoruz. 

Kurduğumuz sistemin sonucunda, e bu kadar üniversite mezunu olunca onları da elemek lazım değil mi? Ele gitsin…

Sonunda tanıdık varsa iş bulursun ya, o da yine bize özgü içselleştirdiğimiz toplumsal bir gerçek.

2017 yılında 1 milyon 174 bin 427 8. sınıf öğrencisi TEOG’a ve 2 milyon 162 bin 895 kişi 2017 YGS'ye girdi. İşin gerçeği, okunabilecek nitelikte az sayıda okul olunca doğal olarak eleyici ve sıralayıcı bir sistem şart.

Amaç ahkâm kesmek değil elbette. Bu işin kolay olmadığını biliyorum ama resmin bütününü görmek lazım. 

Eğitim sistemi için iş birliği gerekiyor. Devlet Planlama Teşkilatı, sanayi ve ticaret odaları, üniversiteler, bakanlıklar, bir bütün olarak hareket etmeli ki gereksiz yığılmalar oluşmasın. Ülkenin gerçek ihtiyaçları ve sayısı kadar insan eğitim alsın, boşta kalan ve alanı dışında çalışmak zorunda kalan mutsuzlar ordusu yaratılmasın.

Bu anlamda uzun yıllar önce modellenen meslek liselerinin yeniden yapılandırılması, mezunlarının istihdam edilmesi gerekiyor.

Bırak bu işleri, bunlar uzun iş, TEOG kalkarsa ne olacak?

Adrese dayalı yerleştirme olacakmış!

Neden olmasın, önce ülkenin dört bir yanındaki okulların kadrolarını tamamlayın, sportif, sanatsal ve kültürel her türlü etkinliğin yapılabilmesi için ortam düzenleyin, kısacası şartları eşitleyin, olsun bitsin. Galatasaray Lisesi, Kabataş Lisesini aratmayacak okullar yaptıktan sonra, yani mahallelerdeki okullarımız da birer gözde okulunca, merak edilmesin, sınavlar kendiliğinden kalkar.

Aslına bakacak olursanız asıl sorunumuz sınavlar değil. Sınavlar mevcut yapının bir dayatması. Sorunun kaynağına inmek, inmeden önce bunu gerçek anlamda istemek ve yüzleşmek gerekiyor.

Her alanda olduğu gibi burada da samimi olmaya ihtiyacımız var.
Eğitim sistemimizi topyekûn düzenlemezsek sınavlar günah keçisi olmaya devam edecektir.

Ömer Orhan