28 Eylül 2016 Çarşamba

Unutmak…




İnsanoğlu mağaralardan çıkıp yerleşik hayata geçtiğinden beri işleri ve görevleri bölüşmüştür. Bir şekilde toplumsal paylaşımı gerçekleştirmek için niyet hasıl olmuş olsa da iş tutumları her zaman farklılık göstermiştir.

Çalışanlar ve çalışanları çalıştıranlar.

Düşünün ki “Eşeğin yükü az olunca yola gitmezmiş.” diye atasözümüz var. Daha ne olsun? Yani yükle birinin sırtına hatta öyle az da yükleme ki düşünecek fırsatı bile olmasın, yürüsün gitsin.

Peki, eşeği yola koymak ve onu yolda tutmak? Bakın işte o daha “zordur”. Eşeği motive etmek lazımdır ki bu da hiç kolay değildir. Havucu gösterecek ama vermeyeceksin, onu ne çok uzak ne çok yakın tutacaksın ama kokusunu almasına da müsaade edeceksin. Bu işi başaramazsanız yük yerine ulaşamaz, işler altüst olur, siz başarısız olursunuz. Allah’ım! Ne büyük stres… Onun yerinde olmak istemezdim duygusuna geldiniz mi? Getirirler! Hatta öyle bir getirirler ki kendi derdini unutup havuç tutanın derdine yanmaya başlarsın.


Algıyı yönetmek… Unutturmak… Unutmak… 

Görev ve makamın unutturdukları da var, “birilerinin” unutturdukları da. İkisinde de akıl tutulması yaşanır ve perde iner gözlere! Perdesi kalın olan da olur, ince olan da. Gerçi insan unutmak isteyince en incesi de para etmez ya neyse…

Ne hikmetse insan doğasında işine geleni unutmak, işine gelmeyeni de unutmamak var. Üstelik işine geleni bir kere unuttu mu gerisi daha kolaydır ve vicdanı sıkıntıya sokacak ne varsa kolayca unutulur. Vicdan, “serin” tutulması gereken bir yerdir. Öyle fazlaca ısıtılmaya gelmez!

Her ne kadar unutmayı içki kadehlerinde arayıp unutamadığı için hayıflansa da bazı şeyleri öyle kolay unutur ki bir yudum gibidir, yuvarlar gider… 

Unutulmaması gereken bir diğer şey de insanın geldiği “yerdir”! İnsanlar çoğu zaman bunu da unuturlar. Amir olduğunda memurluğunu, öğretmen olduğunda öğrenciliğini, usta olduğunda çıraklığını, milletvekili olduğunda ise milleti unutur. Unutan için mesele yok da unutulan için durum yürek yakar.

Ne derseniz deyin bu bir kumaş, kalite, yapı, kişilik meselesi olmakla birlikte aynı zamanda eğitim ve kültür meselesidir. Her şeyin mübah görüldüğü bir toplumda sistem kurulamaz, adalet ve güven tesis edilemez. Yaşanılanlar da insanların iliğine, kemiğine, ruhuna ve beynine yerleşir. Artık toplum, “işine geldiği gibi davranmaya,” kendi çıkarlarına dokunmayan ya da canını acıtmayanı görmemeye, duymamaya veya biliyorsa da en kısa yoldan unutmaya başlar. Vicdan bedeni terk ederken kalpler taşlaşır, bir tek beyin her şeye rağmen insanı ayakta tutar. Gerçi vicdansız ve değersiz bir insan ayakta kalsa ne olur, kalmasa ne olur! 

Hayatım yöneticilikle geçti ama bunun sadece bir görev olduğunu ve asıl mesleğimin öğretmenlik olduğunu ve insan olduğumu hiç unutmadım. Unutmamaya çalıştım… Öğrencilerime iyi insan olmalarını öğütledim.

İnsan neleri unutması neleri unutmaması gerektiğini öğrendiğinde ve kişisel değil toplumsal hatta evrensel değerlere sahip çıktığında medeniyete yanaşır.

Ulu Önder ne güzel özetlemiş: “Medeni olmayan milletler, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar.”


Ömer Orhan

24 Eylül 2016 Cumartesi

Bulaştırın!




“Veren el, alan elden üstündür.” demiş atalarımız. Bilgelik, erdem, ahlak ve benzeri neredeyse tüm değerlerin en yalın, en temiz hâllerini geçmişten örnekliyor olmamız ne acı!
Eskiden böyleydi. Ne değişti, neden değişti?

Şimdilerde “veren el artık vermiyor”…

Kimse kusura bakmasın, kapitalizm insan egosu ile birleşince işler çığırından çıktı. Artık değerleri eskiden olduğundan daha çok konuşuyor ama içini maalesef dolduramıyoruz.

Hep bir hesap, hep bir çıkar sağlama telaşı içinde savrulan insanoğlu için bu da eğitimin bir parçası… Sadece müfredatların arasına sıkıştırılmış sosyal projeler ve zoraki ders dışı etkinliklerle yaşatılmaya çalışılan yardımlaşma bilinci, taşıma suyla değirmen döndürmeye benziyor. “Hiç yoktan iyidir.” yaklaşımımız ise fıtratımızda var

Günümüzde birine karşılıksız bir şey vermek, neredeyse bahşetmekle eş değer görülmeye başlandı ya, ne yazık. Oysa iyilik etmek veya karşılıksız paylaşmak; mutluluğun kaynağı olduğu gibi aynı zamanda bulaşıcıdır da.

Bulaştırın!

Tüm kirlenme ve kirletilmelere inat, değerlerinizi, hoşgörünüzü ve sevginizi bulaştırın. Bulaştırın ki bugün ıskaladığımız medeniyeti, çocuklarımız, torunlarımız yakalayabilsin.

Bulaştırın ki paylaştığınız kişi de bir ümit, bir umut olduğunu bilsin. Her şeyin bitmediğini anlasın, bunu hissetsin. Tutunsun…

Paylaşılan?..

Bazen bir ekmek parası, sadece bir selam, bir teşekkür, gülümseme, yere düşenin elinden tutmak, arkadaşlığınız, dostluğunuzdur. 

İp gibi dizilmiş karıncaların üstünden atlarken onların çalışma azmine, kararlılığına ve yaşam hakkına saygı göstermek, bir başkasının da bunu görmesini sağlayacaktır.   

Bir canlıya yardım etmek, sürdürülebilir mutlu bir yaşam için gelecek nesillere bırakılacak en büyük mirastır. Bu anlamda kim, hangi milletten, hangi meslek grubundan, hangi inançtan veya siyasi görüşten olursa olsun insan, insandır. Zaafları, korkuları, zevkleri ve egosu değişmez. Değişen sadece kültürdür! İşte bu anlamda empati kurabilen, karşılıksız paylaşabilen, mutlu ve merhametli bir kültür yaratılmaya çalışılmalıdır. Bunun için özel bir laboratuvara da gerek yok üstelik. Evler, sokaklar, iş yerleri ve okullar gibi tüm yaşam alanlarımızda bu kültür oluşturulabilir. 

İnsanoğlunun içgüdüleri yoktur, bu anlamda genetik aktarım söz konusu değildir.  Yani doğuştan hayatta kalma becerilerine sahip değiliz. İyi ya da kötü her şeyi öğreniriz. 

Hah, geldik mi yine eğitime

Anne, baba ve diğer ebeveynler ile evlerde başlayan eğitim sürecine, öğretmenler, milletvekilleri, medya mensupları, yazarlar, çizerler gibi toplumun tüm kesimleri de katılmakta ve eğitim tüm toplumun sorumluluğu hâlini almaktadır.

İşi doğru yapanlar da var ancak maalesef millet olarak son yıllarda şöhretimiz kötüye gidiyor.
Ağız dolusu küfür ve kaba söz…

Kadına, çocuğa hatta hayvanlara bile kaba kuvvet ve cinsel istismar gibi medeni ulusların çoktan gündemlerinden düşürdükleri trajik olayları yaşıyoruz. En kısa sürede üzerimizdeki bu kara bulutların dağıtılması, yeniden toplumsal uzlaşının ve güvenin tesis edilmesi gerekiyor.

İyilikleri ve medeniyeti bulaştırmak için ha gayret! 


Ömer Orhan

2 Eylül 2016 Cuma

Geleneksel gıybet günleri




En zayıf yönünüz veya en büyük zaafınız nedir diye sorulsa ne yanıt verirsiniz?

-       Mükemmeliyetçiyim.
-       Çabuk pes ederim.
-       Sabırsızım.
-       Hayalperestim.
-       Fazla duygusalım.
-       Sebat edemem.

Bu örnekler çoğaltılabilir ve biliyoruz ki kişiden kişiye de değişir ancak kimsenin aklına herkeste var olan zayıflık gelmez: dedikodu, namıdiğer “gıybet”. Yapmayan var mıdır ki?..

Bence insanın en zayıf “özelliklerinden” birisidir dedikodu. Rastgele yapılanı, ince ince işleneni, tasvirlisi, teşviklisi, fütüristi, yeniden yapılandırılanı, gizliden ya da alenen yapılanı gibi envaiçeşidi vardır. Hatta o kadar çok revaçtadır ki dedikodu üretenler, “insanı gençleştirdiği” gibi abuk bir espri ile yaptıklarını örtmeye bile çalışırlar. 

Kendisine yönelik yapılınca rahatsız olanlar, üç gün sonra kendileri yapınca yapılanı mübah görürler ki neresinden bakarsanız bakın, büyük bir çelişkidir.

Tamamen insanın yetiştirilme tarzı ve yapısı ile ilgili bir mesele olan dedikodu, aileden başlayarak okulda, iş hayatının her kademesinde ve toplumun her kesiminde yaşatılmaktadır. Üstelik cinsiyet ayrımının olmadığı neredeyse tek paylaşım şeklidir. Erkekler arasında, kadınlar arasında, erkekle kadınlar arasında hatta çocuklar arasında bile sıklıkla icra edilmektedir.

Bazen ayaküstü yapılan dedikodu, apartman günlerinde kısır, börek eşliğinde, bol karbonhidratla zirve yaparken, bazen en elitist ortamlarda içkiden sonra kahveler içilirken köpürtülür. 

Herkes kendini “mükemmel” gördüğü için potansiyel olarak kendisi dışındaki insanların mutlaka eleştirilecek, çekiştirilecek tarafının olduğu var sayılır. Ortam da uygunsa ver veriştir! Ayıpmış, günahmış, boş ver… 

Ya vicdan?..

Herkes yapıyor ya sorun değil. Üstelik vicdanı serinletecek bir şeyler nasıl olsa bulunur.

İnsanın kendi hatalarını görmezden gelmesi için vicdanının bu bölümünde sanayi tipi klima takılı olması gerek. Üfledikçe serinliyor, serinledikçe konuşuyor. 

Maşallah, dedikodu azmini başka alanlarda gösteriyor olsaydı, insanoğlu çoktan farklı evrenlere ulaşmıştı. Ancak bakınız ulaştığı noktada sadece hızla kendi sonunu hazırlıyor gibi. En azından küresel ısınma anlamında bile son 3000 yılda kat ettiği yola, son 200 yılda ulaştı. Bunun dedikodu ile bir alakası yok ancak bozuk olan ve değiştirilemeyen DNA yapısı ile alakası var. Bencil yapısı ve patlamak üzere olan egosuyla çoğu insanın en büyük handikabı, ne kendini tanıyor olması ne de “ötekine” saygı duyuyor olması belki de.

Ne var ki bazı insanlar, siz yanında herhangi birinden konuşmaya başladığınızda hatta biraz da eleştirel dil kullandığınızda ya susar ya da konuyu değiştirmeye çalışır. “Ağız tadıyla” dedikodu yapamadığınız bu kişilere ise başka türlü saygı ve güven duyarsınız, bu da madalyonun diğer yüzüdür.

Tümü bir yapı meselesi… Ustabaşısı babası, mimarı annesi, malzemesi doğal bir yapı olan insanın gelişiminde, kişiliğinin oluşmasında ve gelecekte yapacaklarında eğitimin yeri çok ayrıdır. Bir insanın eksik veya zayıf yönlerinin, farklı iki kişi arasında konuşulması daha büyük zayıflık değil midir?

Evde anne, çocuğuyla babasını, okulda müdür, öğretmenle zümre başkanını, kurumlarda en üstten en alta kadar tüm yöneticiler, diğerlerini ve çalışanlarını ya da çalışanlar üstlerini çekiştirirse, yaratılan kültür bir süre sonra “kokmaya” başlar. Bir ülkede kültür kokuşmuş hâle gelirse, o ülkede ilerleme, gelişim ve huzur ortamı yaratılamaz. Yaratılan ortamlarda ise asıl amaçtan uzaklaşılarak hemen gıybete yönelme olur. Üstelik bunu, fakir-zengin, okumuş-okumamış diye ayırmak da mümkün değildir. Yani her türlü organizasyonda ve geleneksel etkinliklerde dedikodu asıl amaç hâline gelir ki bu oluşuma genel anlamda “geleneksel gıybet günleri” demenin bir sakıncası da yok sanırım. 

Medeni bir yaşam için biraz gayret!


Ömer Orhan