26 Haziran 2016 Pazar

Kodcu geldi… Her türlü “kod” itina ile yazılır!




Evraka! 

Sıkı tutunun çağ atlayacağız.

Eğitim sistemimizde bir konu bitmeden diğeri başlıyor. Yeni hedef, herkesin “kod yazmayı” öğrenmesi…

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı resmî Twitter hesabından yapılan açıklamaya göre okullara kodlama ve yazılım dersi geliyor. Açıklamanın Millî Eğitim Bakanlığından değil de farklı bir bakanlıktan gelmesi biraz tuhaf olsa da olsun, önemli olan gerçekleşmesi. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.”

Twitter'da Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık'ın ismiyle yapılan paylaşımda, “Millî Eğitim Bakanlığımızla yapacağımız çalışma ile kodlama dersini ortaokul ve liselerde müfredata alacağız.” denildi.

Uygulama tahmin edileceği gibi elbette bir ilk değil. Dünyada örnekleri var. Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri bu anlamda öncüler. Başka? Belki de başka ülkelerde de benzer uygulamalar mevcuttur ama dozunda

Umarım bizde doz aşımı olmaz.  

Bill Gates, Steve Jobs, Mark Zuckerberg şu bilgisayar işinden parayı “bulduğuna” göre biz de çocuklara bununla ilgili ne varsa öğretelim. 

Aman efendim ne varsa öğretmeyelim. Bakınız müfredatlarımıza doldu taştılar… Ne varsa öğretmeye kalkıştığımız için şimdilerde “ayıklayamıyoruz pirincin taşını”. 

Önemli olan, öğrencilere çeşitlilik sunabilmek ve ilgilerini çekerek becerilerini geliştirirken, bir yandan da yeteneklerini keşfetmelerine olanak tanımak değil midir?

Kod yazılımı gündeme geldiğinde, bilgisayarla ilk tanıştığım 1989 yılını anımsadım. DOS işletim sistemi ile başladığım serüven, birkaç yıl sonra Windows işletim sistemiyle tanışmamla devam etti. Renkli ekranın cazibesi, fare ile oku hareket ettirebilme becerisi ve arkasından grafik programları kullanma isteğim ve ilk bilgisayarım.

Hiç unutmuyorum, 1550 USD harcayarak toplattığım MMX 200 bilgisayar -PC (personel computer)- ve 14 inç ekranım ile hayatım yeni bir döneme girmişti. O bilgisayarda photoshop, corel draw, freehand, flash başta olmak üzere birçok programı kullanmayı öğrenmiştim. Bunun için kitaplar almış, örnekler üzerinden deneme yanılma yoluyla kendimi geliştirmiştim. Bu arada bilgisayarın işlem yapması için de dakikalarca hatta saatlerce beklediğim olmuştu. Yani RAM hak götüre… Ya sabır çeke çeke işlem yapardık. 

İşte o dönemlerde web siteleri yeni yeni kurulmaya başlamış, ülkemiz İnternetle de henüz tanışmıştı. Durur muyum, hemen bir domain (alan adı) almış ve ilk web sitemi de ‘frontpage’de tasarlayarak yayınlamıştım. Sonra ‘flash’ı keşfetme ve hareketli menü ve “intro”larla süslenmiş yeni web sitesi dizaynı… Bu arada elbette html dili ve flash nedeniyle kod kullanımına da bulaşmıştım.

Kısaca eğer bir şeyler öğrenebildiysem, buna merakım ve üretme isteğimle ulaştım. “Bu konuda” okulda hiçbir şey öğrenmedim

“Kod” konusuna dönersek, hiç şüphe yok ki niyet, son derece iyi; ancak yine bir yanlış daha yapılmaması gerekir. Yanlış? Topyekûn herkese kod öğretme telaşı olacaktır. Oysa ders çeşitliliğini arttırmak, bu derslerin yaşamla örtüşecek dersler olmasını sağlamak, öğrencilerin de meraklarına göre istedikleri dersleri seçmelerine olanak tanımak doğru yoldur. 

Herkese, her şeyi öğretmeye çalışmak değil ama sanırım öncelikle çocukların bir yabancı dili öğrenmelerini sağlamak daha uygundur çünkü kod yazmak için özellikle İngilizce veya bir yabancı dili bilmeleri, gelişimleri açısından önem taşıyor.

Bu arada meraklısına, İnternette çocuklar için eğlenceli siteler de mevcut, böylece basit komutlarla kod yazmayı öğrenmeleri mümkün. Denemek isteyenler için bir adres: https://code.org/

Bizdeki durum maalesef genelde ya hep ya hiç oluyor. Oluyor da sonu hiç iyi olmuyor!

“Kodumuzda” mı bir bozukluk var acaba?

Neyse korkacak bir şey yok. Nasıl olsa gelecek nesiller “kod”umuzu düzeltecektir. 

Çocukların ilk ödevi de eğitim sisteminin 5+3+3, 4+4+4 ve 5+3+4 olarak belirli aralıklarla değişimini sağlayacak bir kod yazmaları olabilir. Bizi de bu değiştirme telaşından kurtarırlar. Ne dersiniz?


<html>
  <body>
   Ömer Orhan
     </body>
 </html>

5 Haziran 2016 Pazar

Bir Kâğıt Toplayıcısına Teşekkür!




Erkeklerin kendini ispatlama yöntemlerinden biri, tamir ve montajdır. Erkeklerin bu duygusunu en çok tatmin eden ürün ise son yıllarda popüler olan ve yetişkin Lego’su olarak kabul edilen ‘de monte’ mobilyalardır. Bilindiği üzere bu alanda dünya devi mağazalar mevcut. İçinde el bezinden, kap kaçağa, halıdan aydınlatma ürünlerine ne ararsanız var.

Raftan ürün alma kültürü beni de etkilemiş olmalı ki bundan beş yıl önce biz de bir elbise dolabı almıştık. Aslına bakacak olursanız aldığımız, sadece potansiyel bir dolap adayıydı. Onun adaylığını bitirecek olan kişi de bendim ve hazırdım!

Bu arada eşimin, montaj isteyelim ısrarlarını “elbette” hiç ciddiye almadım. Böylesine büyük bir Lego’yu bir araya getirme isteği müthiş bir heyecan yaratmıştı ki kulaklarım tıkalıydı.

Boyu iki metreyi bulan paketleri arabamızın bagajına hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde hınca hınç sıkıştırmamızı, bunun için koltukları yatırmamız gerektiğini ve eşimin arka koltukta küçücük bir yere sığışmasını hiç anlatmayayım.

Bir çocuk heyecanı ama bir Herkül kuvvetiyle kan ter içinde paketleri eve taşıdık. Salonun ortasında dev gibi paketleri açtıkça içlerinden kutular, kutuların içlerinden paketler, paketlerden envaı çeşit vidalar ve hırdavat çıktı. Ha! Bir de olmazsa olmaz montaj kılavuzu/yönergesi… 

İlk başta bunun benim için bir kâbus olabileceğini tahmin etmemiştim ama malzemeleri önüme serdikçe içinden çıkılmaz bir hal aldığını fark ettim. Bu arada elbette boş kutuları da kâğıt toplayıcılar rahatlıkla alabilsinler diye apartmanın önünde çöpün yanına bırakmıştım. Ne var ki, birkaç saat sonra bazı malzemelerin olmadığını fark ettiğimde ilk aklıma gelen malzemenin eksik olarak kutuya konmuş olacağı değildi. (Düşünün ki bu Dünya devi bizlere nasıl bir güven vermiş.) Asansörü bile kullanmadan merdivenleri üçer beşer inerek hemen çöpe koştum. Koştum ama bizim kutular çoktan yerine ulaşmış olmalıydı. Şimdi kalk git eksik malzemeyi bulmaya çalış diye kara kara düşünürken, çöpün yanında kaldırıma özenli bir şekilde bırakılmış, malzeme poşetini buldum.

Bu bir mucize olmalıydı. Kutular yoktu ama kutu içindeki poşet oradaydı. Tanrı, azmimi görmüş, beni yarı yolda bırakmamış ve bir vesile yaratmıştı. 

Günlük nafakasını çıkartmaya çalışan, kâğıt toplayıcısı belli ki mobilya kutusu içindeki malzeme poşetini bulmuş ve çöpün kenarına bırakmıştı. Sabah hava aydınlanmadan güne başlayan bu genç adam, Anadolu’nun en doğusundan gelmişti İstanbul’a. Aslına bakacak olursanız çok da istekli gelmemiş, sürüklenmişti, tıpkı diğerleri gibi. Doğu’da çöp bile bulmak neredeyse imkânsız olduğu için kaçmıştı oralardan.

Birçok medeniyetin beşiği olmuş bu topraklar insanlara, insanlar da buralara küsmüş gibiydi. Belki de o da sekiz kardeşinden sadece bir tanesini yanına alarak ve ailesinin hasretini hiçe sayarak bir başka muammaya, hayallerini yaşatabilmek için büyük şehre gelmişti. 

“Allah büyük ama kayık küçük demiş Yahudi.” Şehir, onları kucaklamak için kollarını değil yutmak için ağzını açmıştı.

Cebinde parası da doğru dürüst kıyafeti de yoktu ama üzerinde marka kıyafeti olan birçok insanda olmayan insanlığa sahipti. Çöp topluyor olması empati yapmasını engellememişti.
Daha sonra onu bulmayı, onunla konuşmayı ve ona teşekkür etmeyi çok istedim. Ama yoktu, bir karşılık da beklememişti.

Son günlerde özellikle sosyal medyadan yapılan paylaşımlardan birisi de “çöp toplayıcılarının” durumları. Çalmadan, çırpmadan, onurlu bir hayat için ekmeğini atıklardan çıkartarak, geri dönüşüme destek olan ve ülke ekonomisine katkı sağlayan bu insanların tutundukları tek dal da kesildi. Yaşamak onlar için zordu şimdi imkânsız hale geldi.

Bu işi yaparak geçinen insanlarla ilgili olumsuz laflar da duydum ama ne yalan söyleyeyim, benim gözlemlediğim tam tersi oldu.

Kayıt dışı ekonomiyi engellerken, her türlü emek sömürüsüne rağmen işini sürdüren ve geri dönüşümü destekleyen bu insanları da unutmamak gerekir.

Bu arada elbise dolabının montajı beş akşam sürdü ve dolap hâlâ ayakta.
Teşekkürler kâğıt toplayıcısı kardeşim!


Ömer Orhan

3 Haziran 2016 Cuma

Nar, sabrı geliştiriyor…




Günümüzde her yer tahlil laboratuvarı, herkes de uzman! Hele eğitimle ilgili tahlil yapmayan neredeyse yok.

Tahlil var da teşhis yok!

Teşhis var, tedavi yok!

Tedavi var, reçete yok!

Reçete var ama ilaç yok!

Varlık içinde yokluk dönemi…

Çocuklara son sistem bilgisayarları alıp yakınan biz…

Doğum günü partilerine neredeyse sıfır yaştan başlayıp, ergenlik döneminde onları eve sokmakta güçlük çeken biz…

Çocukların öz güvenleri yüksek olsun, aman baskı yapmayalım derken küstahlaştıklarında çözüm bulamayan biz…

Çocukları motive etmek için her türlü maddiyatı ödül diye sunup sonrasında bu çocuk hiçbir şeyin değerini bilmiyor diye yakınan yine biz…

Son 30 yılda ne değişti de bu duruma geldik? 

Sanayi Devrimi fena değildi, herkes bir şekilde ayak uydurmuştu. Ne olduysa ondan sonra oldu. Okullarından mutlu olamayıp ayrılan birkaç cinyıs (genius, Türkçe ’de dâhi) gencin gelişen teknolojileri de kullanarak ezberi bozmaları ile başlayan bir serüven bu…

Şu an için bırakın ayak uydurmayı yapılanları hayal etmek bile güç! Bir grup insanın moda deyimle inovasyonla ürettiklerinin peşine takılıp giden milyarlarca insandan ibaretiz.

Yahu düne kadar CD sürücüsünü kahve tutacağı sanan biz değil miydik? Birden nasıl oldu da aydınlandık? Aydınlattılar!

Herkesin eline birer “akıllı” telefon verdiler, millet kendini atomu parçalıyor sandı. Biz daha element tablosunu ezberleyememiştik ki dört element daha eklediler. Ne diye kimse ilgilenmedi ama sosyal medyada herkes beğenisini tek tıkla gösterdi ki teknoloji ve gelişimi takip ediyoruz havası da bir anlamda atılmış oldu.

Şimdi efendim, bu işin böyle sürüp gideceği besbelli de biz ne yapacağız? 

Ebeveynlerle başlayalım…

Şu an için hangi “jenerasyondayız” inanın ben takip edemiyorum ama çağımızın hastalığı, başarının düşmanı sabır konusuna yakından bakmak lazım.

Tık Facebook’ta neler var, tık Instagram, tık Twitter, tık İnternet. Yüklemedi, tık geri başka sayfaya…

İşler tıkırında, oyalanacak ne kadar çok ŞEY var. Ne yok? Sabır! Yeni kuşaklarda sabır yok. İyi de bir işi sonuçlandırmak için gerekli olan en temel özellikler nelerdir? Ortalama bir zekâ ve sabır…

Analitik bir zekâ için yapacak bir şey yok ama sabır için var. 

İşte sabır geliştirmek için bir egzersiz:

Manavdan irice bir nar alınır ve ikiye bölünür. Çocuklara, narın tanelerini patlatmadan, geniş bir kabın içerisine ayıklaması istenir. Bu arada işi yaparken dikkat edilmesi gereken ikinci konu da her tanenin ayıklanması, yani ziyan olmamasıdır…

Ben sizlere en basitinden sadece bir tane sabır geliştiren egzersiz önerdim sizlerin çok daha yaratıcı olacağına inancım tam. 

Sonuçta sabırsız bir nesille ancak çok iyi bir tüketici oluruz ki “CİNYIS”ların ağzına layık!
Okurken sabrettiğiniz için teşekkürler, darısı çocuklarımızın başına.


Ömer Orhan