30 Ekim 2016 Pazar

Bitki ihtiyacımız...




Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi? Münazara sorusu gibi… Bu ve benzer birçok soru var ama net yanıtı yok. 

Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?

Eskiden böylesine sorgulamalara sıklıkla girerdik. Gençlik yıllarında eğlencemiz olurdu. Elbette bugünkü gibi bizi uyuşturan televizyon programları yoktu yani çok şükür beynimizin kontrolü henüz bizdeydi!

Kitapların toplatıldığı, resimli romanların ders kitaplarının içine gizlenerek okunduğu yıllardı ama en azından öğrenciler okurdu. Okumak için bu kadar kitap ve para olmasa da niyet de vardı, istek de…

Bugün ve geçmiş arasında hayıflanmak değil niyetim, ne o ne öbürü, hem o hem öbürü durumları yaşardık.

Aslında mesele kültür meselesi... Tam cehaletten kurtulacağız diyorduk ki varlık içinde yokluğu yaşar olduk.

Yazabilmek ama “yazmamak”…

Okuyabilmek ama “okumamak”…

Konuşabilmek ama “konuşmamak”…

Duyabilmek ama “duymamak”…

Görebilmek ama “görmemek”…

Yaratmaya başladığımız kültür -memek, -mamak üzerine kuruluyor.

Oysa bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıptı, öğrenme isteği hep canlı tutulmaya çalışılırdı. Yedisinden yetmişine bilgiye, görgüye önem verirdi.

Biliyorsan konuş irfan alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar denilirdi. Yani cahillikten utanılır, yüz kızarır, bilgiye saygı duyulurdu. 

-du

Geldik bugüne…

Bilgi çağında maalesef bilmenin gerekli olmadığını, toplumsal yapılanmadan izler olduk. Çok fazla uzaklara ya da derinlere bakmaya gerek yok, bilimsel çalışmaların sürdürüldüğü ya da sürdürüldüğünün iddia edildiği yerlere ve uygulamalarına bakmak yeterli. Durum açık ve net ortada.

Dogmatik düşünce sahipleri kızıyor olabilir ama günümüzde artık Dünya’nın öküzün boynuzu üzerinde durmadığını kendileri de kabul ediyor. 

Bugün “gülmekten ölünen” konular maalesef geçmişte trajik olarak gerçek anlamda bedeller ödenerek yaşanmıştır. Demek ki neymiş, insan aklı her zaman üstün çıkmış ve reddettikleri ile insanları yüzleştirmiştir.

Konu aslında basittir ama anlayana… Dün asla kabul edilmeyen görüşler ve düşünceler bugün hiç tartışılmadan kabul görüyorsa, bugünün karşı çıkılan konularına daha anlayışla yaklaşılmalı. Ortaçağ diye beğenmediğimiz dönemde bile aydınlanma yüksek boyutta yaşanmıştır. Körü körüne inanmak nasıl anlamlı değilse, körü körüne karşı çıkmak da bir o kadar anlamlı değildir.

Nasıl yapmalı?

Okumalı, okuduklarından anlamlar çıkartılmalı, başkasının da mümkün olabileceği düşünülmeli.

Ezber bozulmalı, okullar farklı düşüncelere, deneysel yaklaşımlara olanak tanıyarak aklı önde tutmalı.

Popülist yaklaşımlara aldanmadan, samimiyet ve içtenlikle açık fikirli olmak için çaba gösterilmeli.

Her şeyden önce duygusal zekâsı gelişmemiş, pedagojik formasyon bilgisi kitapların içinde sıkışmış kalmış, kendi içindeki hesaplaşmayı bitirememiş ve ruhunu temizleyememiş insanları öğretmen ve eğitim yöneticisi yapmamak lazım. 

Yaşam insana sunulmuş bir armağansa eğer ve sayaçlar hiç durmuyor, ileri gidiyorsa, onu en anlamlı şekilde yaşamak gerekir. Ancak kimseye yararı olmadığı gibi neden yaşadığını unutmuş yani “fotosentez” yapanlar da her zaman olacaktır. Bırakalım yapsınlar, bitkilere de ihtiyacımız yok mu?

Ömer Orhan

20 Ekim 2016 Perşembe

Eğitimcilere mesaj var…




Kendimi bildim bileli yetişkinlerin eli eğitimimin üzerinde. Aman efendim bir eğitim aşkı, bir iştah… Cümbür cemaat, herkeste bir telaş… 

Yedi yaşıma kadar evde aldığım eğitimde annem, babam, anneannem, babaannem, dedelerim, teyzelerim, dayılarım, amcalarım ve halalarımın hepsinin terbiyesi farklıydı

Annem kızdığında babam, babam kızdığında da annem yanımdaydı. Her ikisi kızdığında ise diğerleri beni teselli etti. Teselli iyi gelirdi ama böylece hatanın ne olduğunu hiçbir zaman tam olarak anlayamadım. 

Birisi için hata yapmamda sakınca yoktu diğeri için hayatta hata yapmamak önemliydi. Eğrilerim doğrularım birbirine karışmıştı ama onlar bunu hiç anlayamadı.

Sorularım olduğunda biri öbürüne havale eder veya sorularıma soru ile yanıt verirlerdi. 

Annemin yeterli gelmemiş olduğunu düşünmüş olmalılar ki hatırlıyorum da “anaokulu” diye bir okul arayışına girişmişlerdi. Anneme göre okulda hijyen çok önemliydi, babama göre arkadaşlarının söyledikleri. Annem, yabancı öğretmenleri olan ve neredeyse her saat yabancı dil öğreten okullara baktı, babam geleceğin yükselen yıldızı Çinceyi öğreten okul aradı. Onlar aradıklarını pek bulamadılar ama okul diye geri dönüp baktığımda en çok eğlendiğim yıllardı.

Sonrası ise oldukça karmaşıktı. İlkokul, ortaokul ve yüzlerce sınav, stres ve ne öğrendiğimi, neden öğrendiğimi anlayamadığım yıllarla geçti. 

Lisede bilimsel eğitim aldığımızı iddia ediyorlardı ama deney yapmak neredeyse lükstü. “Hocam neden laboratuvara gitmiyoruz?” dediğimde “Vakit yok, müfredatın yetişmesi gerekir.” cevabını alırdım. İyi de hani biz “yetişecektik”, müfredat nereden çıkmıştı?

Bu koşuşturmaya başladığımız yaşlarda ise benim aklımda sadece “Bana ne oluyor?” sorusu vardı. Sesim kalınlaşmış, abuk sabuk şeyler olmaya başlamıştı. İçimde sanki başka biri var gibiydi. Kendimi önce çirkin, sonra da çok yakışıklı bulduğum yıllardı. Biyolojiyi severdim ama onun da cinsellikle ilgili bölümlerini… İçimde bu ve benzeri depremler olurken, hocalar dersleri hızlı hızlı anlatır geçer, vakit kalmadığı yerleri de siz çalışın diye ödev verirlerdi.

Bugün saçma sapan gelen şeyleri kafama taktığım yıllar için eğitimciler, rehberlik servislerini aktif hâle getirmişti. Niyet iyiydi de orada da bir plan program, kitabi konuşmalar, -mış gibi yaklaşımlar vardı. Pek sevemedim.

Bizim eğitim sistemimiz yaranamamak üzerine kurulmuştur. Öğrenci; öğretmenlerine, velilerine, öğretmenler; müdürlerine, müdürler; millî eğitim müdürlerine, millî eğitim müdürleri; bakanlık müsteşarlarına, bakanlık müsteşarları; bakanlarına, bakanlar; başbakana, başbakan da millete… 360 derece yaranamama sistemi

Her şey rakamlar üzerine kurulu bir sistemdir bizimkisi. Öğrenciler için notlar ve hep daha yükseği, diğerleri içinse istatistikler ve kıyaslarla dolu bir sistem.

Notlarıma bakarak, sözde bilgiyi ne kadar öğrendiğimi böylece öğrenmiş oldular! Ancak bu bilgiyi neye dönüştürdüğümü, nasıl kullandığıma asla bakmadılar. VAKİT YOKTU!

Benim vaktim boldu, yapacak başka işim de yoktu! İstatistikleri yükseltmek için çabaladım durdum. 

Eğitim hayatım boyunca hemen hemen hiçbir konuda görüşüm alınmadı. Seçmeli dersleri bile benim adıma okul seçerdi. Benimle ilgili konular hep vardı ama ben içinde hiç yoktum! Mesela, kimse bana müfredat konusunda soru sormadı. Birlikte planlamaktan söz etmedi. Bütünü göstermedi. Ben de böylece parçası olmayı asla düşünemedim.

Lise yıllarının sonuna geldiğimde yükseköğretim zorunluluğu ile sınandım. Tam anlamıyla not almak için ezberlenmiş ve neredeyse ertesi gün unutulmuş bilgileri oturdum ve tekrar ezberledim. Bu arada sürekli hangi mesleğe yöneleceğimi sorarken de kızdılar. Geleceğini düşünmeyen ve hedefleri olmayan biri olarak görülmüştüm. 

İş başa düşmüştü… Düşündüm.

Ressam olayım dedim, aç kalırsın dediler.
Öğretmen olayım dedim, itibarı kalmadı dediler.
Doktor olayım dedim, can güvenliği yok dediler.
Mühendis olayım dedim, ülkede sanayi azaldı dediler.
Ziraatçı olayım dedim, tarım bitti dediler.
İktisatçı olayım dedim, bankalar kapanıyor dediler.
Memur olayım dedim, KPSS dediler.
Sadece “Adam” olayım bari dedim, ters konuşma anarşist mi olacaksın dediler.

Ben de karar verdim. Belki de ilk defa sorgulayacağım bir şey bulmuştum. 

Doğaya çıktım…

Nerede yanlış yapıldığını düşünecek bol bol vakit buldum. Hayat rakamlardan ibaret değilmiş, bunu anladım. 

Birileri ile ilgili karar verirken, onlara da sormayı unutmayın…


Ömer Orhan

1 Ekim 2016 Cumartesi

Guguk kuşu




Yaşam ne kadar zengin, doğa ne kadar cömert!.. Kurulmuş olan dengeye hayran olmamak, saygı duymamak elde değil. Hakkını vermek lazım, her türlü detay düşünülmüş, eksik bırakılmamış. 

Canlılar çeşit çeşit… Hayatın içinde hayat bulamayan da var, hayatı sonuna kadar yaşayan da. Aklı olanlarla olmayanlar yan yana dizayn edilmiş. Özellikleri ne olursa olsun tüm canlıların da bir katkısı düşünülmüş elbet! Sağlayan da var, sağlamayan da…

Bir canlıya bağımlı olarak yaşayan ve üzerinde yaşadığı canlıya zarar veren organizmalara asalak denilmektedir. Bunların, dışarıda konumlananları olduğu gibi beslendikleri yaşam kaynağının içine girerek oradan besleneni de var. Ortamın ne olduğu, nasıl olduğu, hijyeni, pisliği onları ilgilendirmez. Tek yaptıkları sömürmek ve üremektir. Kaynakları onları beslemeye devam ettiği sürece de “aidiyetleri” son derece yüksektir. Aman efendim, öyle bir istikrar ve bağlılık gösterirler ki bırakın asalak olduklarını anlamayı, baş tacı sanıldıkları bile olur. Baş tacı olurlar mı bilmem ama sıra dışı asalak olarak kabul edildiklerini öğrendim.

Sıra dışı asalaklığa örnek vermek gerekirse; karıncayı içten içe yavaş yavaş yiyen Ophiocordyceps unilateralis olarak bilinen bir mantar var. Tayland’da görülen bu asalak mantar türü, karıncanın beynine yerleşerek onu kendi başına karar veremeyecek bir çeşit zombiye dönüştürür. Karınca, ormanın içine doğru yürüdükten sonra yerden yaklaşık 25 cm yukarıda ve mantarın üremesine elverişli yapraklara dişleri ile tutunup hareketsiz kalır. Bundan sonra da mantar kurbanına başka asalakların da bulaşmasını engellemek için karıncanın çevresinde bir koza örerek ziyafetine devam eder.

Ye kürküm ye… Ekmek elden, su gölden…

Asalak deyip geçmeyin, mantarın karıncanın beynini kontrol etmesi ve son olarak karıncanın çenesini kapalı tutan kaslarını yemesi ise bilim adamlarını şaşırtan bir ayrıntıdır.

Asalakları çözebilmek için onlar gibi “düşünmek” gerekir ki elbette bilim insanları o derece hazırcılığa alışık olmadıklarından olsa gerek kimse onlar gibi düşünemiyor.

Bazen bu asalaklık durumu anlaşmalı da olur ki en güzel örneği timsahlardır. Kuşlar dişlerinin arasını temizlesinler diye ağızlarını açık tutmaları gibi köpek balıkları da üzerlerindeki asalakları yok etmeleri için küçük balıkların derilerine yapışmalarına izin verirler. 

Besin piramidinin en üstünde olan fırsatçılar ve asalaklar!

KUTSAL İTTİFAK!

Aman siz siz olun aklınızı kullanmayı unutmayın ve duygularınızın da esiri olmayın ki guguk kuşunun yavrusunu “büyütmek” zorunda kalmayın.


Ömer Orhan