31 Mayıs 2018 Perşembe

Binlerce yıldan beri ölçüyor, değerlendiriyoruz


Yıl MÖ 4000, yer Mezopotamya... Sümerler… Namıdiğer ilk tablet yapımcıları. 



Günümüz tabletleri ne kadar dayanır ve ileriye ne götürür bilinmez ama 5000 yıl öncesinde yaşananları bize Sümerlerin kil tabletlerinin taşıdığını biliyoruz. 


O dönemlerde öğrencilerin bir arada okuduklarını -bir nevi okul olduğunu- ve öğretmenlerin de varlığını yine tabletlerden öğreniyoruz. Laf aramızda ödevler, sınavlar ve özel dersler o dönemde de varmış. Üstelik özel ders ücretleri de oldukça yüksekmiş…


Yıl MÖ 387, yer Yunanistan, Atina yakınları… 


Platon… Felsefeci, siyaset bilimci ve eğitmen. Akademos/Akademianın kurucusu. Günümüz üniversitelerinin ilklerinden. 


Belki o dönemlerde bizim bildiğimiz türde sınavlar yoktu ama Platon’un okulunun giriş kapısında “Ageometretos medeis eisito” (Geometri bilmeyen giremez) yazıyordu. Bildiğimiz anlamdaki geometri değil belki ama düşünmeyi beceremeyen gelmesin demiş kısaca... Anlayacağınız daha okula girişte elemiş Platon.


MÖ 600’lü yıllar, yer Yunanistan, Lesbos (Midilli Adası)…


Ünlü kadın şair Sappho (Sopho)… Kızlar için açtığı okulda şiirle aşk usullerini öğretmiş. Dersler; şiir, müzik, jimnastik. Zenginlerin kız çocukları ve evlenmemiş kadınlar, felsefe öğretmenlerinin eşliğinde kendilerini geliştirmişler. Sappho, sınav yapıyor muydu, sınavlarda ne soruyordu? Hâlen merak konusu!


Eski Yunan’da kent kültürlerinin gösterdiği farklılık, eğitimde anlayışlarına da yansımıştı. Özellikle Sparta ve Atina eğitim açısından taban tabana zıttı. Sparta bir asker toplum olduğundan askerî eğitim ön planda tutulmuş, kendini üst sınıflara ve yurduna adamış askerler yetiştirilmişti. Fiziksel açıdan dayanıklı gençler 20 yaşına kadar sıkı bir askerî eğitime tabi tutulurdu. Anlayacağınız sınavlar uygulamalıymış… 


Dersler askerî içerikli beden eğitimi ve dinî müzikti. Doğumdan itibaren zayıflara ve sakatlara toplumda yaşama şansı verilmez, bu şekilde doğan bebekler öldürülürdü. Yani bazı insanlar doğuştan sınavları kaybederdi


60 yaşına kadar süren bir askerlik ve kendini adama… Bu kadar sıkı disiplin ve “eğitim” anlayışıyla kurulmuş bir sistem. Sonuç? Ne Sparta kalmış ne de esamesi! Spartalıların sınav sistemi de sizlere ömür…


Atina, Antik Yunan Uygarlığının merkezi olmuştu. Edebiyat, tiyatro, felsefeye düşkün olan Atinalılar, müzik eğitimine de önem vererek sağlıklı bir ruh ve beden eğitimi ile de denge yakalamaya çalışmışlardı. Sparta’da olduğu gibi çocuklar, devletin malı sayılmamış ve ilk eğitimlerini ailelerinden almışlardı. Çocuğa refakat etmesi için pedagog (Yun. Paidagogos) denilen yaşlı köleler çalıştırılmıştı. Eğitim o zamanlarda da önemli, öğretmenlerin yeri de “ayrı” tutulmuştu!


Allah’tan bugün eğitimciler “köle” olarak görülmüyor.


Roma İmparatorluğu döneminde de eğitim-öğretime önem verilmişti. MÖ 200’lü yıllarda dilbilgisi okulları, felsefe okulları açılmış ve MS 70’li yıllarda ise bunları şehir okulları ile “prestijli” İmparatorluk Okulları izlemişti.


Özet olarak milattan binlerce yıl öncesinden başlayan okul serüveni toplumun ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş, kimi yerlerde parası olanlara öncelik verilmiş ve bir şekilde sınav her zaman var olmuştu.


Semavi dinler çıktıktan sonra ise öğretimin ekseni değişmeye başladı. Batı’da Hristiyanlık etkisinde dogmatik düşünce yapısının hâkim olduğu kilise ve manastırlar ön plana çıkarken Doğu’da da dinî okullar eğitimde söz sahibi oldu. 


Ortaçağ ile birlikte sınavlar artık kutsal kitaplar ve peygamberlerin söylemlerine göre hazırlanmaya başlanmıştı. 


Günümüze ait sınıf düzeni, öğretmenin aktif, öğrencinin pasif konumdaki öğretim modeli ortaçağdan beri o kadar benimsendi ki aynı modele günümüzde de devam ediliyor. “Ortaya karışık müfredat” ve ders çizelgeleriyle öğrencilerin yetenekleri, öğrenme biçimleri hiçe sayılarak öğretim yapılmaya çalışılıyor. 


Öyle ya da böyle bu karmaşa içerisinde okullarda öğrenim gören milyarlarca insandan bazıları da elbette başarılı oluyor. Eğer oransal değil de bireysel başarı kabul ediliyorsa sorun yok!


Ortaya karışık görece başarı!


Okul sistemi içinde bu başarıyı tadamayanlar; sağlık sorunları, başarısızlık veya uyum sorunları yaşayanlar ise sistem dışı bırakılıyor. Bu şekilde okulların dışında kalanlardan Microsoft’un kurucusu Bill Gates Harvard Üniversitesini, Apple’ın sahibi Steve Jobs, Reed Kolejini, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg Harvard Üniversitesini, Dell Computer’ın sahibi Michael Dell Austin Texas Üniversitesini terk etti.


Bununla da bitmiyor… Albert Einstein, 15 yaşında, Walt Disney, 16 yaşında, Benjamin Franklin 10 yaşında, Henry Ford 16 yaşında, Charles Dickens 12 yaşında okulu bırakmıştı. Thomas Edison ise okula sadece 3 ay devam edebilmişti.


Dâhi diye nitelenen birçok insanın okul içinde değil de dışında başarılı olması çok ironik!

Şimdi efendim, bu kısa tarihsel turun ardından:


Öğretmenler soru soran öğrenciyi seviyor ama uzatmayanı daha çok seviyorsa…

Laboratuvarlar, devlet okullarında yasaklı bölgeler olarak atıl bırakılıp, özel okullarda ise sadece makyajlı satış unsuru olarak kullanılıyorsa…

İnsanlar, eğitimi bir yaşam şekli olarak benimsemiyor ve ona ihtiyaç hissetmiyorsa…

En standart işler için bile en yüksek derece diploma isteniyorsa…

Herkesin eğitim alacağı “nitelikte” okulların sayısı yeterli gelmiyorsa…

Övündüğünüz çok yüksek sayıda genç nüfusunuz birkaç okulun önünde yığılıyorsa

Anaokulundaki öğrencilerin yaratıcılığı her yıl sistematik bir şekilde yok ediliyor ve bunun için sürekli bir mazeret uyduruluyorsa…

Üstelik eğitim yöneticileri ve öğretmenler, öğrenilmiş bu çaresizliği bir de kabulleniyorsa nafile…



Şairin dediği gibi:

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin

İşin kolayına kaçmadan ama…



Bilinen sınav sistemlerini kullanmak, belki de eğitime şekil verenlerin de kolayına geliyordur.

Oysa bilgiyi ölçmek basittir, asıl önemli olan merak ve tutkuyu ölçebilmek ve değerlendirebilmektir.

Ömer Orhan

Öğretmenlik, “bilgi aktarıcılığı” değildir



1987 yılında otomobil kullanmak için ehliyet aldığımda şimdiki özel sürücü kursları yoktu. Emniyet Müdürlüğü müracaatları alır, sınavları yapardı.

Yazılı sınav neyse de “direksiyon” sınavını, “benim” diyen şoförler geçemezdi.
Eskiden ehil olmak önemliydi, “olmuşlara” ehliyet verilirdi! Bu sadece araç kullananlar için değil, her meslek için geçerliydi ve usta olmak aranan bir yetkinlikti.
Şimdilerde ise hiçbir şeyin “olması” beklenmiyor.
Portakal ve mandalina etilen gazıyla sarartılıp; “olgunlaşmamış ürünler” hormonla şişirilip bir gecede piyasaya sürülüyor.
Yersen…
Gördüğüm kadarıyla da gayet güzel “gidiyor”.
Okul ve çeşitli eğitim veren kursların sayısı arttı ama insan eğitimlerinde nitelikten çok nicelik ön planda. Atölye ve alan çalışmalarıyla deneyimleme işi, kişinin kendine terk edilmiş durumda.
Kısacası, aracı optimal seviyede sürebilen kişi ehil sayılarak kendisine ehliyet veriliyor ve pratik yaparak sürüş tekniklerini geliştirmesi için trafiğe bırakılıyor. Bu durumda işin incelikleri için tüm toplum denekolarak kullanılmış oluyor.
Bazı mesleklerde ve durumlarda daha fazla alan çalışması yapılıyor olsa da hemen hemen tüm eğitimlerde durum aynı.
Çoğu meslek için 4 yıllık eğitim sonunda “ehliyet” veriliyor. Ancak yükseköğrenimde alınan derslerin yüzde ellisi genel kültür -ne demekse- birikim ve destekleyici nitelikte, diğer yüzde elli ise alan bilgisini kapsıyor. Ancak ne olursa olsun alınan bilgi neredeyse tamamen teorik. Bununla birlikte:
Laboratuvar çalışmalarının oranı ve devam zorunluluğu nedir?
Alana yönelik staj çalışmalarının süresi ne kadardır?
Stajyerin performansını kim ölçüyor, neyle ölçüyor gibi 4 yıllık lisans eğitimiyle ilgili soru çok.
Alanında yapılan yüksek lisansla gelişime devam etmek kısmen anlamlı görünse de, yöntem aynı olunca sonuç değişmiyor. İşin teorisi ön planda ve kuru kuruya öğrenme. Tek fark ise yazılan tezler. O da alınan eğitim, tezliyse…
Nasıl ki salt teorik bilgiyle aşçı, marangoz, elektrikçi, kaportacı, boyacı, terzi olunamazsa; mühendis ve öğretmen olunması da beklenemez. Yani bir insanın eğitimi için gereken deneyim, bir tencere yemekten daha önemsiz olabilir mi?
Buna kimse önemsiz demeyecektir ancak yapılan iş maalesef bu…
Elbette işin teorisi yani alan bilgisi son derece önemli ancak bu bilgi mutlaka deneyimlerle edinilmeli/pekiştirilmeli ki işe yarasın.
Deneyim alanda edinilir.” denildiğini duyar gibi oluyorum. Haklısınız ancak bunun da kontrollü olması gerekir. Siz hangi alanda ürünü etkileyecek bir deneyime izin verildiğini gördünüz? Mesela kaportacı ustası, bir Ferrari’yi kalfasının ellerine bırakır mı? Ondan kontrollü olarak risksiz bölgeleri düzeltmesini ister ancak gözü hep üstündedir. Bu denemeler aylarca hatta birkaç yıl bile sürebilir. Kaportacı ustası olmak hiç de kolay değildir.
Çocuklarımız bizler için Ferrari ile kıyaslanmayacak kadar değerliyse, onların eğitim süreçlerinde yer alacak öğretmenlerin ustalıkları da hayati önem taşımaktadır.
Günümüzde bilgiye ulaşım son derece hızlı ve kolayken öğretmenlerin aynı klasik anlayışlayetiştirilmeleri; anlamlı, gerçekçi ve doğru değildir.
Bu nedenlerle öğretmenlerin lisans eğitimleri ve sonrası mutlaka yeniden tasarlanmalıdır.
Öğretmenlik, salt “bilgi aktarıcılığı” olmaktan çoktan çıkmıştır.
Özellikle bu çağda öğretmen, ilham verici olmalıdır. Alan bilgisini içselleştirmiş, farklı branş/alanlarla bağlantı kurarak bilgiyi işleyebilmelidir.
Öğretmen, her şeyden önce meraklı olmalı ve merak uyandırabilmelidir.
Öğrenmek için merak, öğretmek için “ehliyet” gereklidir, hatta “beynelmilel (uluslararası)” ehliyetliler tercih olunur!
Toplum olarak yitirdiğimiz “ehil” insanların yerini doldurabiliyor muyuz?
Neden?

Ömer Orhan

Okul müdürü olmak...


Başarılı ve “nitelikli” bir okul mu yaratmak istiyorsunuz?

Önce “sıkı” bir müdür…
Sıkı derken eti-budu anlamında değil elbet. Öylesini bulmak da, “eti-budu” anlamında geliştirmek de kolay.
Bir okul müdür nasıl olmalı?..
Okul müdürü;
Sınıfın içerisinde yetişmiş, birçok olayı deneyimlemiş
Öğretmen olduğunu ve müdürlüğün sadece bir yönetim görevi olduğunu asla unutmayan
Açık görüşlü
Meraklı ve yaratıcı
Egolarının esiri olmayan
Evrensel ve ulusal değerlere sahip
Çağdaş
Üretken
Alan ve mevzuat bilgisi tam
Dokümantasyon ve kurum belleği oluşturabilen
Eğitimle ilgili ulusal ve uluslararası gelişim ve değişimleri takip eden
Kültürel zenginliklere önem veren
Bilimsel, kültürel ve sanatsal anlamda okulun yaşamasını sağlayan
Gerçek bir “okuryazar”
Liderlik vasıfları kitabi kalmayan
Ekip başı
Gücünü koltuğundan almayan
İnandığını ve doğru bildiğini söyleyen
Soran, sorgulayanı önemseyen
Ekibinde kendisine hayır diyebilenlere yer veren
Adil
Bulunduğu mevkiin olası avantajlarını çıkarları için kullanmayan
Dedikoduya izin vermeyen ve onunla “beslenmeyen”
İşin doğrusundan daha çok “doğru işi” yapan
Zaman yönetimine özen gösteren, anlamsız uzun toplantılardan kaçınan
Denetim bilgi ve becerisine sahip
Sorunları görmezden gelmeyen ve çözüm üreten
Bilgi ve deneyimlerini paylaşabilen
Popülist olmayan
Saygılı
Disiplinin ne anlama geldiğini bilen ve oluşturabilen
İnsanları kazanmak için onların güçlü yanlarını öne çıkartan
Her şeyden önce samimi ve sevgi dolu olmalı.

Bunları okuyan müdür aday adayı, müdür adayı ya da müdürlerin “İşte, beni tarif ediyor.” dediğini duyar gibi oluyorum.
Unutmadan, bir de mütevazı olmalı.

Ömer Orhan