22 Nisan 2016 Cuma

Navigasyon öğretmenler aranıyor!




Ne olacak şu eğitim-öğretim işleri? Okusan bir türlü, okumasan bir türlü…

Peki, başkası mümkün mü?

“Okumadan” olmaz ama okumasan da olur! Yani öğrenme için siz ne kadar okulu zorunlu tutarsanız tutun, öğrenmenin büyük bölümü okul dışında gerçekleşiyor. Okuyarak!

Neymiş efendim? Öğrenmek için duvar şart değilmiş! 

Şimdi bu saptamadan okula karşı olunduğu fikri çıkmasın, aman! Ben sadece “fazlasının” insan bünyesine zarar verdiğine işaret ediyorum. 

Fazla? 

İnsanın en fazla 40 dakika dikkatini toplayabildiği söyleniyor. Bana göre bu süre 15-18 dakikayla sınırlı. 

Okullarda bir ders saati 40 dakika ve günde ortalama 7-8 ders yapılıyor. Haftada beş gün… İşte bu fazla!

·         180 okul günü daha da arttırılabilir ancak günlük ders saati sayıları mutlaka azaltılmalı ve uygulamalı dersler hariç dersler 30 dakika ile sınırlandırılmalıdır.

·         Öğretmen ise navigasyon gibi olmalıdır. Her yönü, yolu bilmeli ama sadece yönlendirmeli ve öğrenciler yollarını bulmalıdır. Üstelik bu işi maksimum 30 dakikada yapmalıdır.

İşini iyi yapan öğretmenlerimiz kızmasın, onları dışında tutuyorum ama şu an için günlük plan bile yapmaktan yüksünen öğretmenler olduğunu onlar da biliyor. 

Günlük plana gerek yok!

Konuyu anlat, geç. Dinleyen dinlesin, anlayan anlasın. (Ne demekse?)

Soru sor, öğrencilerin de soru sormasına izin ver ama dersi “sabote” ettirme yani uzattırma…

Ödev ver ve “vaktin kalırsa” kontrol et… (Kontrol etmediğin için üzülme, çok sınıfın olduğu için kendini haklı gör.)

Sınav yap...

Performanslarla (sözlü) puan ortalamalarını balans et…

Ortalama başarı üzerinde “başarı” sağla…

Başarısızlar mı var? Çalışmamışlardır. Daha çok “çalışmalarını” söyle… Hatta yakın…

Müfredatı “yetiştir” ve yetiştirdiğine dair “raporunu” müdürlüğe teslim et…

Derin bir oh çek… Sen sağ ben selamet.

Unutma! Yıllık planın bilgisayardan silinebilir, planı/planları USB belleğe aktar ki seneye de kullanabilesin.

İyi tatiller…

Öğretmenlerin bir kısmı için özellikle de deneyim sahibi olunca her şey hazırdır ve diğer seneler ise geçmiş yılların kopyası gibi geçer gider. Mesleki deformasyon!

Bazı öğretmenlerde de niyet, özveri ve çalışkanlık var ama hep aynı yöntemi denediklerinden sonuç değişmediği için çaba nafile. 

Öğretmenler bu işin sadece bir parçası ve onlar da bu sistemden edindiklerini uyguladıkları için her şeyi onlardan beklemek fazla iyimserlik olur. Müfredatları Talim Terbiye Kurulunda uzman kişiler hazırlar ve buna göre içerikler düzenler. Bizim içerikler o kadar kapsamlı olur ki ne okumakla ne de yazmakla biter. Kitaplar da, müfredatlar da hazırlayanların empati yeteneğine göre oluşur. Üstelik bu süreçlerin içerisine öğrencilerin dâhil edildiği de hiç görülmemiştir.

Bilginin hızla oluştuğu, değiştiği, birleştiği, dönüştüğü, paylaşıldığı çağdayız ama okullar aynı, müfredatlar aynı, dersler aynı, saatler aynı, öğretmenler aynı.

Hocam olmaz, olmaz!

Kabul etmek lazım, -mış gibi yapıyoruz. Herkes işini kolaylaştıracak şekilde davranıyor. Müfredatları hazırlayanlar bildikleri gibi yapmaya, kitaplar bu işi yapabileceği düşünülen tanıdıklara/bildiklere, sistem de yönetim anlayışlarına göre çok “iş” çıkartmayacak şekilde hazırlatılıyor.

Sınıflarda bugüne kadar yapılan öğretim şekli, tabiri caizse ortaya karışıktır. 

Öğrencilerin anıları farklı,
Bilgi birikimleri farklı,
Merakları farklı,
Alışkanlıkları farklı,
Algıları farklı,
Hayalleri farklı,
Hormonları farklı,
Olanakları farklı,
Öğrenme şekilleri farklı,
Öğrenme hızları farklı,
Duyguları farklı,
Zihinsel yapıları farklı,

Bu kadar ve daha fazlası fark varken, tüm farklara rağmen aynı sınıfta herkese aynı şeyleri öğretmeye, hepsinin aynı seviyede öğrenmesine, etkilenmesine ve başarılı olmasına çalışıyoruz. Yetişemeyenlerin şansı ise neredeyse hiç yok. Özellikle de birbirini izleyen konularda “temel” olmayınca veya arada bir kopma olunca sonrası da olmuyor. Öğrenciler nasıl çalışacağını bilmeden çalışmaya çalışıyor. 

Eğitimcilerin bunlarla uğraşacak zamanları olmadığından olsa gerek, çözüm, öğrencilerin daha çok çalışmalarını istemek ve bir yol bulmalarını beklemek.

Ders başarılarına öylesine odaklanıldı ki en temel beceriler bile geri planda bırakıldı. Herkes öğrencilerin yazısının güzel olmadığından, lisede bile anlatım bozuklukları ile ne atmak istediklerinin anlaşılmadığından ve özellikle uzun metinleri okumaktan sıkılarak, dikkatlerinin dağıldığından söz ederek yakınmaya başladı. Bilmem kaçıncı yüzyıl şairinin bilmem hangi şiirini derinlemesine inceleyerek edebiyat bilgisi verilmeye çalışılan öğrenciler, dilekçe bile yazmayı bilmiyorsa bu işte bir sakatlık olduğunu kabul etmek gerekir.

Hocam, geç bunları... Sen öğrencileri sınava hazırla yeter. Hele bilmem ne lisesine/üniversitesine girsin sonra kendi halleder. 

Bakınız tarihimiz halledilmiş geleceklerle doludur!


Ömer Orhan

3 Nisan 2016 Pazar

Sosyal olsunlar istenirken asosyal olan çocuklar ve sorumluları…




Son yıllarda proje sözcüğünü pek bir benimsedik. Artık okullarda ödev yerine proje sözcüğü yerleşti ve proje tabanlı öğretim, falan filan… Niyet doğru da ne değişti, ne kadar değişti bakmak lazım. Baktık ve gördük ki, ilkokul ve ortaokullarda ebeveynler daha çok ödev yapmaya başlamış.

Proje sözcüğünü o kadar sevdik ki iş hayatlarında da ne yana dönsek bir projeye rastlar olduk. Artık her “şeyimiz” bir proje! Projeler, proje müdürleri, proje çalışanları…

Proje: Değişik alanlarda önceden plan ve programa alınmış, maliyeti hesaplanmış, kurum ve kuruluşların yönetim organları tarafından onaylanmış, kısa ve uzun vadeye bağlanarak özel kurum veya devlet adına gerçekleştirilmesi kabul edilmiş bilimsel çalışma tasarısı. Buyurun buradan yakın! Sözcüğün anlamına bakın bir de ona yüklenen anlama.

Neredeyse doğru dürüst hiç bilimsel proje üretmeyip bizim kadar proje lafı tüketen başka bir millet de yoktur sanırım.

Efendim hal böyle olunca çocuk yapmak, ona bakmak ve yetiştirmek de bir proje olarak görülmeye başlandı diye düşünüyorum. Özellikle büyük şehirlerde, 20-40 yaş aralığında bulunanların evlenmesi de çocuk yapması da bir projenin parçası gibi algılanmakta.

Maddi temeller atılmadan, ileri atılmaya ve evlenmeye gerek yok! 

Bireysel hayatlar kıymetli, evliliğin ilk birkaç ayından sonra sınırlar çizilerek herkes kendini yaşamaya başlıyor. 

Baba akşamları ya maç seyrediyor, ya bilgisayar da “işlerini” yapıyor ya da bilgisayar oyunları oynuyor. (Bu arada Playstation düşkünü yetişkin sayısı her geçen gün artıyor) 

Annelere yüklenen ev işi daha fazla ama niyeti varsa yapıyor, yoksa ev işleri için kadın tutuluyor ve mümkünse ona her iş yaptırılıyor. Anneler de dizüstü bilgisayarlarında kendi “işleri” ile uğraşıyor, dizi izliyor ya da ev için “gerekli” alış veriş için dışarı çıkıyor.

Aileler artık çoğunlukla bir arada olamıyor. Maksimum bir araya geliş yemekler veya sonrasında televizyon seyredilmesi ki o sırada bile konuşma neredeyse sıfır.

Herkesin elinde akıllı telefon ve bitmek bilmeyen bir merak! Kısa, uzun, sosyal ağlardan gelen mesaj sesleri ile operant şartlanmış insanlar…

Zil çaldı, telefona bak!

Kim dedi? Ne dedi? Bitmek bilmeyen zil sesleri ile geçmeye başlayan yaşamlar…

Çocuk için yüklenmiş çizgi film videoları ve oyunlar ile zapt edilen ve uyuşan beyinler. 

Çocukları ile nitelikli zaman geçirmeyen ebeveynlerin vicdanlarını rahatlatmak için çocuklarının (projelerinin) sosyalleşmesi için arayışları ve buldukları çözüm yolları ise asla tam olmaz. Yani mürebbiye/bakıcı, oyun grupları, küçük yaşta okula başlatmak, bir yere kadar işe yarayan ama kendi içinde başka olumsuzluklar getirebilen uygulamalardır.

Çocuklar için doğumlarından itibaren sürdürülebilir bir eğitim süreci şarttır. Bunun ilk ve en önemli aşaması ise aile içinde başlar ve devam eder. Çocukla birebir zaman geçirmek ve bunu kısa süreli değil uzun süreli ve samimi bir şekilde yapmak gerekir.

Her şeyden önce onu konuşturmak ve dikkatlice dinlemek lazımdır. Özellikle konuşmaya henüz başlamış bir çocuk için konuşma pratikleri konusunda en sabırlı olması gereken kişiler anne ve babalardır. Çocuğun diksiyon, kelime dağarcığı ve konuşma becerileri gündelik alışkanlıkları ile gelişir.

Eline akıllı telefon, tablet tutuşturularak, ekran bağımlısı haline getirilirken, çocukların sosyalleşmesi için Ukraynalı, Moldovyalı ya da Gürcülerden yardım beklemek veya pahalı oyun gruplarında diğer çocukların bunu en iyi şekilde başaracağını ummak büyük bir yanılgıdır. 

Her geçen gün yalnızlaşan, içe kapalı, konuşma becerileri zayıf çocuk sayısı artmaktadır.
Anne ve babaların sorumluluklarını ihale ederek çocuklarının sorumluluklarını ve sosyal hayatlarını geliştirmeye çalışmaları sağlıksızdır.

Çocuklar, anne ve babaların profesyonel projeleri değildir! Dünyaya getirilen her çocuk, anne ve babasının amatör ruha sahip samimi sevgisi ve ilgisine muhtaçtır.

Çocuklarda sağlıklı duygusal gelişim için ebeveynlerin ne yaptıklarını ve neden yaptıklarını biliyor olmaları gerekir. Üstelik insanoğlu karmaşık bir varlık olduğu ve herkese hitap edecek bir kitap da henüz yazılamadığı için her anne ve baba kendi şartları içinde kalbinin sesini dinleyerek çocuklarına maksimum sorumluluk duygusunu aşılamaya çalışmalıdır.

Kendi sorumluluğunu yerine getirme becerisini gösteremeyen ebeveynler, farkında olmadan yarattıkları travmaların izlerini okullar veya uzmanlar aracılığıyla silmeye çalışırlar.  

Ruhsal anlamda sağlıklı ve sosyal çocuklar için pahalı partilere, oyuncaklara, hatta uzmanlara gerek olmadığını görecek kültür ve aile yapısı yeterlidir.


Ömer Orhan